BİR TARLABAŞILI' NIN HUKUK YOLCULUĞU

By | Çarşamba, Nisan 25, 2018

Kuvvetsiz adalet ve adaletsiz kuvvet iki büyük felakettir denir, adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir. Adalet, kâinatın ruhudur. Bir de bu ruhu kusursuz taşıyanlar vardır ki, kötülüğü adaletle, iyiliği iyilikle karşılar. Dürüstü oynamaz, zaten dürüsttür. İşte seni dürüstlükle adaleti, sanatıyla temsil eden çok değerli bir insanla tanıştıracağım.

Yalan bir yıl koşar, doğru onu bir anda geçer. Doğrularıyla, tüm yalanları ve yalancıları açık ara geride bırakan, sanatçı kişiliğini hitabına, savunmalarına yansıtan, dürüstlüğün anavatanı sayılan Tarlabaşı’nda yetişmiş, değerli Avukat Ali Rıza Dizdar, her 5 Mayıs’ta rahmetle, sevgiyle andığımız Deniz Gezmiş’in ve birçok değerin arkadaşı, büyük olayların en yakın tanığı… Kendisi anlatsın istedim, hiçbir yeri de kesmedim, kesmek istemedim. Her cümle birbirinden değerli ve önemli… Bu röportaj tabiri caizse bir roman, bir başyapıt, büyük bir hayat dersi… Eminim okurken, herkes kendisine bir veya birden fazla ders çıkaracaktır, çıkarmalıdır…

Sizi tanıyabilir mi okurlarım?

1946 SENESİNDE, 6 Şubat’ta soğuk havada Esnaf Hastanesi’nde doğmuşum. İşin tuhafı hayatımın en önemli yanları Esnaf Hastanesi’nin orada geçti. Hukuk Fakültesi Esnaf Hastanesi’ne çok yakındı. İşin tuhaf tarafı, Esnaf Hastanesi’nden aşağı doğru Saraçhane’ye inerken ilk Duvar Gazetesi ile Ağaç Gazetesi ile de orada tanıştım. Yani hayatım oradan başlar…

Ben kapalı bir yerde, bir kapıcı odasında büyüdüm. Karşımızda Lale Sineması vardı, İstiklal Caddesi’ndeki Madam ve Mösyöleri görürdük. Çocukluk işte, 3-4 yaşına kadar oralardaydım, aşağıda Tarlabaşı’nda ev alınana kadar. Herkes çok zarif giyinirdi. Beyler, hanımlar müthiş güzel giyinirlerdi. O sıralarda hayatımda unutamadığım bir şey oldu. Büyük bir kalabalık, sloganlar atıyorlar ve bir yürüyüş başladı. Daha çocukken, ilk yürüyüşü gördüm. Korkulu korkulu bakıyordum. Meğerse Fevzi Çakmak’ın cenaze töreni imiş.

Hayatım geçerken, bulunduğum apartman da Şerbetçiler ’in apartmanı idi. E ben o zaman dünyanın en tatlı adamıyla tanıştım, abisiyle Genco Erkal ile. Onun çantasıyla okula gittim. Önce Taksim İlkokulu’nda okudum sonra babam nedense beni oradan aldı ve Şişli’deki Talat paşa İlkokulu’na yazdırdı. Talat Paşa İlkokulu’na gidebilmek için de, önce Taksim’ e yürür, tramvaya biner Bomonti’de inerdik. Şu anda küçük kızımın gitmiş olduğu Saint Michel var burası meşhur şair Mehmet Yurdakul’un bulunduğu sokak derlerdi, Mehmet Yurdakul’un Sokağı’nın yanından yürür, dipte Talat Paşa İlkokulu’na giderdim. Talat Paşa İlkokulu’nda çok katı, çok sert fakat benim çok sevdiğim Muazzez öğretmenim vardı. Beni korurdu hep çünkü gelen zengin çocukları hep züppe olurlardı, alay ederlerdi. Hatta anılarımda yazdım; Ferit Şerbetçi (ismini bile unutmam) sefer tasıma vurdu, sefer tasım devrilince ben de Ferit’in suratına bir yumruk attım. Kamil diye bir arkadaşım bizi ayırdı. Sonra Kamil meşhur biri oldu ama ne olduğunu şimdi unuttum (Feriköy’lü çok yakışıklı bir çocuktu), Ferit’in kanı durmadı meğerse onun kanı durmazmış, öyle bir hastalığı varmış. Kepçe kulaklı Orhan ise Ferit’in haksız olduğunu söylemişti. Kepçe kulaklı Orhan da, Şerbetçi idi. Patronun yeğenine vurmuştum.

Eyvah!

Babam hiçbir şey söylemedi…

“Tarlabaşılıyım” isimli harika bir kitabınız var, tek solukta okuduğum… Bilmeyenler için soruyorum, Tarlabaşı’lı olmak nasıl bir ayrıcalıktır?

Tarlabaşılı olmak delikanlı olmaktır. Tarlabaşı’nda p..t olabilirsin, o…pu olabilirsin ama kalleş olamazsın, yalancı olamazsın. Kadın vücudunu satmıştır, oraya düşürülmüştür ama o kadın kadındır. O kadını kurtarmak isteyen de adam gibi adamdır. Bir Tarlabaşı’lı o kadını kurtarmak ister. Kurtulacak kadın kurtulur, kurtulmayacak olan müptezel kadın var ise zaten o bitmiştir, usanmıştır. Tarlabaşı’nın özündeki şey, “harbidir” insan… Harbi olacaksın, delikanlı olacaksın, yamuk yapmayacaksın. Yani ben seni tahliye edeceğim diye mangırları cebe indirmiyorum! (gülüyoruz)
Tarlabaşılılık’ta bu olmaz! Yalan söylenmez. Tarlabaşılı yalan söylemez. Tarlabaşılı’nın yaşantısı kabadır, olabilir. Biz içiçe öyleydik. Tarlabaşı’nda, sokağımızda kız ve erkek çocuklar beraber büyürüz. Sarkmayız. Yani o kıza sarkmayız ama o kız bir manitasıyla geldiği zaman da dikilir gözlerimiz, kulaklarımız yakalarız oğlanı bir yerde, sıkıştırır hallederiz. Niye sıkıştırır hallederiz biliyor musun?

Niye?

“Ciddi mi değil mi” diye…
Bu konuda en büyük yaram Çiçek’tir… Arif onu kerhaneye düşürmüş. Ben Arif’i dövmek zorundaydım. Çiçek ağladı, ben ağladım… Hepimiz şaşırdık… Biz Arif’in onu kerhaneye düşürdüğünü aklımızın köşesinden geçirmedik. Piç Arif’in bunu yaptığını hiç düşünmedik. Ama adamın adı piç, yaptı işte…

Üzüldüm Çiçek olayına… Tarlabaşı dürüstlüğün anavatanı gibiymiş…

Tarlabaşı’nda insanlar dürüst olmak zorundadır. Yalancı olmamak zorundadır. Kaba olabilir. Bir şey daha var ki; biz ekmeğimiz bölüşürüz… Sürü halinde sinemaya giderdik, sürü halinde Taksim Parkı’nda yürürdük, sürü halinde i...leri kovalardık.

Zeki Müren’e saygımız sonsuzdu ama Halide Pişkin’ e biterdik, İsmail Dümbüllü’ye biterdik… Onlar sokakta bizi severlerdi. Arif Sami Toker cambazhaneye gelen meşhur bir şarkıcıydı, ona da biterdik. Genç Osman’ a da biterdik… Zeki Müren’i annelerimiz bir türlü homoseksüel olarak kabul etmezdi. O başka bir şeydi. İşte Tarlabaşı’lı olmak böyle bir şey…

Peki, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olmak, 12 Eylül olaylarına tanık olmak, idamlar vs. Neler yaşadınız, neler gördünüz o yıllarda? Deniz Gezmiş nasıl biriydi?

Deniz benim küçüğümdü. 5 Mayıs geliyor… Deniz’in asıldığı gün. (gözlerimiz doluyor) Rahmetli eşimin beni teskin ettiğini hatırlarım 5 Mayıslarda… O gün de beni teskin etmişti.
Deniz, çocuk ruhluydu. İkinci kitabımda bunu yazıyorum… Deniz vatanseverdi.  Ne Amerika ne Rusya bağımsız Türkiye diye Dolmabahçe’den yukarıya koşardık. Deniz’i kıskanırdık. Niye kıskanırdık? Bütün kızlar etrafında! Ne konuşur, ne yapar? Sabaha kadar konuşurlar onlar da sıkılmazlardı. Biri gider, biri gelir, biri gider, biri gelirdi… Deniz’i etrafı kız tarlası! Peki, bu kızlar bize niye gelmez? (gülüyoruz). Hep Deniz’e giderler çünkü Deniz, çok hoş sohbet ve kızlara karşı o kadar nazikti ki bizi maganda gibi görürlerdi, Deniz’i öyle görmezlerdi. Yakışıklı mı? Yakışıklı. Esmer güzeli idi. Ben de yakışıklıyım ama bana niye gelmez?

Bir de ondan ayrıldığım bir nokta oldu. Sonra beni geçti ama. Bir gün bağırıyor “kavga, kavga, kavga” diye.

“Ne kavgası ulan, kavga etmek kim, siz kimsiniz!”.

“Sus Rıza!”

“Ne oldu lan?”

“Sus ulan, ajitasyon yapıyorum ben”

“Ajitasyon ne demek?”

Anlamını bilmiyor muydunuz gerçekten?

Ben bilmem ki, ben Tarlabaşı’nda yetişmişim, kavgayı biliyorum. Bu kavgayı bilmez… Sonra herif Filistin’e gitti. Kavganın kralını öğrendi. Kendi sehpasına kendisi tekme attı. Kendi sehpasına kendisi tekme atarken, hiç çekinmeden hakime de gerekeni söyledi. Sanki benim kaderim onunla beraberdi. Ben de idamda bulundum! Kızım Lütfiye’nin annesi, rahmetli eşim Çiler Hanım bana ilaç verdi (12 Eylül zamanı)…

Deniz Gezmiş ile işgal günlerinde neler yaşadınız?
Deniz ile işgali kaldırmak için beraberdik, işgali kaldıracağımız gün 2 tane olay oldu. Birincisi işgali kaldırma günü verdik, ikincisi; yukarıda biz işgal konseyinde konuşmalar falan yaparken, Deniz yukarıya hiç çıkmazdı. O, bahçede dolaşırdı. Habire Molotof patlatırdı. Sonra Sulhi Dönmezer’ den haber geldi; “yapmasın, etmesin, oradaki antika silahları yerine koysun” diye. Gittik hepsini yerine koyduk, O hala aşağıda “rap rup, rap rup” örgütleme yapmış dolaşıyor bahçede. İşgali kaldıralım mı, kaldırmayalım mı tartışması yaparken biz, geldi. Burası çok önemlidir;
Deniz’in söylediği çok önemli bir laf var. O sırada da atom Rektörlüğü’ne gittik Şerif Egeli ile ben, Deniz, Mehdi, Özer, Sıddık Coşkun hep beraber gittik. Deniz ile Sıddık Coşkun girdiler içeriye, biz de dışarıda bekledik. Deniz geldi ve dedi ki; “Şerif Egeli ile anlaştık, yarın kaldıracağız işgali”. Küt! Kürtler ayaklandı. Doğu gurubu vardı, Yurtsever Doğu gurubu, onların çoğunu biz Kürt olarak bilmezdik. Kemal Bingöllü’yü hatırlarım çok aklı başında birisiydi keza kendisi de işgal konseyi başkanı idi. Ayaklandı hepsi, “biz gidiyoruz, işgal kalkmaz!” dediler.

Siz ne yaptınız?

Deniz, hiç unutmam masaya fırladı çıktı, dedi ki;
“olmaz arkadaşlar! Mahkeme kararı var. Biz mahkeme kararlarına aykırı mı hareket edeceğiz, bizi aykırı mı düşüneceksiniz, biz mahkeme kararlarının dışında mı düşüneceğiz? Mahkeme karar verdi işgalin kalkması için, kanunlara saygı gösterelim” dedi. Kürt arkadaşlar, “bu bir teslimiyettir” dediler ve basıp gittiler. Sabah da, sabah namazından evvel, Beyazıt Camii’nde toplantı olduğu haberi geldi. 

“Bize saldıracakmış dinciler “ dedi Deniz.
O zaman dinciler işte, Kanlı pazarı yapanlar, bugün de Amerika’yı tutuyorlar aslında. İsmail Kahraman, önde gelenlerinden biridir onların, çok iyi bilirim onu ben.

Deniz ile daha bir şey konuşmamıştık ki tekrar geldiler Kürtler. Özür dilediler. “Terk etmek diye bir şey olur mu ya? Biz hata yaptık, sizin fikrinizde değiliz ama burayı terk etmek çok yanlış” dediler. Ana binanın sol yanında Sahaflar’ a bakan bölümde postahane vardır, orada toplandık. Tabii camiye de insanlar doluyor, Deniz dedi ki “yahu kim girer camiye”… Dedim “ulan ben namaz biliyorum”. Hemen üzerindeki (yakalandığı gün üzerinde olan boğazlı kazağı çok severdi) kazağı çıkardı kısa kollu (onu da çok severdi) ekose, oduncu gömleği ile kaldı. “Al bunu giy” dedi.

Girdim camiye, bir baktım karşımda Cihan Alptekin’in, rahmetlinin söylediği Asım Mailmail orada oturuyor. Kanlı pazarın tertipçisi bu kişi için Cihan Alptekin, “gel bunu dekana şikâyet edelim” demişti.

“Ulan Asım” dedim (küfür ederek) “bize mi saldıracaksınız!”

 “Yok ya alakası yok, biz sabah namazına geldik.”

Hâlbuki orada bir tükürükle boğarlar… Biz 100-150 kişiydik camiye giderken. Neyse döndüm geriye, bir baktım Deniz. Elinde bir tane boru (su borusu) yerdeki camlara vuruyor. Isınma hareketi yapıyor. Üşümüş, donmuşuz sabah…

“Deniz, nerede millet?” 

“Ya Rıza be, çocukların uykusu geldi, gönderdim”

 “ulan tek başına sen ne yapacaksın? “

“atlar gelirim”

Nitekim öyledir Deniz… Birinci sınıf amfisindeyken ülkücülerin üzerine bir uçuşu vardı onun, o uçarak girerdi kavgaya…

Valiliğe doğru bir yürüyüşünüzden bahsetmiştiniz…

Evet, Cağaloğlu’na valiliğe yürüyüş yaparken, Deniz geldi. Özbağ pardösüleri vardı o zamanlarda, üzerinde Amerikan bayrağı olan pardösüler. “Caart “diye o bayrağa iki tane çarpı koydu. Sonradan da Özbağ pardösülerinden Amerikan Bayrağı kalktı. Sonra Türk Amerikan İş Bankası vardı, oraya da bir taş attı Dolmabahçe’de iken.

Ben yurtta kalıyorum, o zamanlar Deniz 1’nci sınıfta iken, ben 4’ncü sınıfa geçmiştim. Tabutla giderken, frukolar (o dönem toplum polisi için kullanılan argo ifade ) bize saldırdı. Osman diye bir çocuğu döverlerken, ben Osman’ı kurtardım, sonra dağıldık. Deniz’i arıyorum, Deniz piyasada yok. Herkes dağıldı. Meğerse rektörlüğün önüne gitmiş. Ben de anlatıyorum yurdun önünde millete o sırada, bu adamlar Amerikan uşağı, şöyledir, böyledir derken bir çember sakallı geldi ve bir beysbol sopasıyla çaktı bana. Durum “foşurt” …Hala izi vardır burada (kafasını işaret ediyor)… İsmail Kahraman’ın gurubu!

Sonra ne oldu?

Sonra beni hastaneye götürdüler tabii, dispanser var orada, morfin verecekler falan. “Dikin” dedim ama diğer taraftan da ; “ulan bak, sizi perişan ederim! Sakın ha, bana çember sakallıların Bugün gazetesinden çıkıp da vurduklarını söylemeyin, belirsiz deyin” dedim. Neyse bandı koyduk, geldik… Rektör; “ooo hoş gelmiş Rıza gelmiş, gazi Rıza Paşa buraya gelmiş” dedi gülerek…

Askerlik döneminiz de olaylı olmuş...

Ben 12 Mart’ ta askere gittim. Kızım Lütfiye’nin annesi için 12 Mart’ ta askerlikten kaçtım (nişan günümüz önceden belirlenmişti derken gülüyoruz)… Sonra, Bülent Taner ile karşılaştım, asistanımızdı. Bülent Taner dedi ki; “Deniz’ e haber ver, yerini değiştirsin”… Cihangir’de dişlek Yavuz vardı, gittim;

“parola?”

“makinalı mitralyöz”

“fişek” dedi ve tabii biz o zaman girdik içeriye… Dedim “Deniz’e söyleyin yerini değiştirsin”…

Bu duygu durumu nasıl bir şey?

Bu çok başka bir şey, bu duygu anlatılmaz yaşanır… Ben şu anda bile sana bunları anlatırken sevgiyle anlatıyorum, üzüntüyle değil. Bir Tarlabaşılı olmak, bir devrimci olmak, sevgidir. Devrimcilik sevgidir. Ben sevgiyle anlatıyorum bunu, hiç öyle üzüldüğümüz yanı yok. Çünkü Nazım’ın şiirinde öyle söyler;

“Atlılar atlılar kızıl atlılar,

Atları rüzgâr kanatlılar…

İşgal var işgal güneşi zapt edeceğiz…

Uçtu gittiler, geride kalanlar var”… 

Hiç bakmayacaksın bile arkaya, gideceksin sen devrimin kavgasına. Biz sevgiyle büyüdük. 68 kuşağı sevgidir… Oradaki temelimiz sevgiydi. Deniz ise bir Prometheus, bir Apolon, bir Zeus değildi, bir Ares de değildi… Sevgiydi!

Kitap yazmaya nasıl başladınız?
Arkadaşlarım dediler ki, “ Ali Rıza bak, hepimiz ölüyoruz. Niye anılarımızı yazmıyorsun, yazsana anılarımızı?”

Ergenekon sırasında ben anılarımı yazmaya başlarken, Tuncay Özkan,” Getirsene yazdıklarını bana” dedi (benim yazmam eski usuldür, ben kalemle yazarım. Kalem olmadan yazamam).

Mesela ben savunmayı hazırlamam. Ben savunmayı beynimde yazarım. Kaleme dökersem de tam dökerim ama beynindekileri oku dersen okumam çünkü anlatmaya başladığım zaman… E gördün sen (gülüyoruz)

Tuncay Özkan aldı benden yazdıklarımı ve “ Ağa, sana bir şey söyleyeyim mi? Sen konuşur gibi yazıyorsun, sen roman yaz. Bunları romana çevir, yok mu bir kahraman” diye sordu.
“var” dedim… Eşkıya Kemal var…

Çok güzel bir anlatım, harikaydı…(kitabı okuyan anlayacaktır)

İşte oradan başladım yazıya. İçim yanıyor, onu da söyleyeyim. Çok eski bir arkadaşım, Kuvayı Milliye ile ilgili olan yazılarımı redakte edecekti, sarhoşluğu yüzünden kaybetti!

Eyvah! Gerçekten çok üzücü. O kadar emek boşa mı gitti, kopyası yok muydu? Ne yaptınız?

Bir küstüm ki kendime, ona da bir şey demedim. “Canın sağ olsun” dedim. Kopyası yoktu hayır. Aslı gitti maalesef. Onda bir bölümü hatırlıyorum ve toparlamaya çalışırken onu şu anda yazdığım bu kitabın içine soktum. Senin okuduğun kitaba… Hangi bölüm onu söyleyeyim; çaycı Ahmet’in dramı…
Radyo programınızı sormak istiyorum, nasıl başladı?

Ben radyoyu çok severim. Çok iyi bir radyo dinleyicisiyim. Mesela, maçları radyodan dinlemek bana keyif verir çünkü radyo tiyatrosuyla büyüdüm. Çehov’un hikâyelerini dinledim, Dostoyevski hikâyelerini dinledim. Arkası yarınları hep radyodan dinledim. Bir nevi radyo koliğim. Arabadaki 82,1’den klasik müzik dinlerim mesela…

Ben, Çevre radyo’ da program yaptım. Bir taraftan tutuklanıyorlar, bir taraftan ben avukatlıklarını yapıyorum. DHKPC’ nin radyosu dediler. Dursun henüz ölmemişti. İşin tuhafı, ben Çevre Radyo’da program yaparken, Gazi’deki faili meçhul cinayetlerin işlendiği gündü. İnsanları taradılar. Bir dergâhı taradılar.

Uzun süre Çevre Radyo’da hukuk ve adalet üzerine program yaparken, sorular gelirdi, canlı telefon bağlantılarımız olurdu. Gece 24’e kadar radyodaydım.

Radyo kapatıldı tabii, başka yerde neden devam etmediniz?

Zaman olmadı ki… Çevre Radyo’nun dışında da birisi bana “gel” demediği sürece ben “gelirim” demem. Tarlabaşı huyu işte… Birisi bana “gel” diyecek…

Sporla aranız nasıl?

Uzun bir süre hayatımın en güzel günlerini iki yerde geçirdim; 1’ncisi Beşiktaş Jr. Takımında futbolda, 2’ncisi Beyoğlu Spor ’da geçirdim, Rumların arasında… Rumlar ’la Ermeni’lerin çatışmasını orada öğrendim. Beyoğlu spor ’da uzun süre voleybol oynadım. Sonra kardeşimi sakatladığımdan dolayı bıraktım. Bir günden  bir güne kardeşim ağzını açıp da “benim kolumu kırdın, spor hayatımı bitirdin” demedi ki biz anlaşamayız kardeşimle ama severiz birbirimizi. Yeğenlerim özel severler beni.

Sporla hep iç içeydim, şanslıydım. Mesela Rıza Maksut (Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil etmiştir), Beyoğlu Spor ‘da atletizm hocamız oydu. Halter de yaptım, aşağı tarafta kumarhaneyi izlerdim, Metin Oktay ile de arkadaşlık kurdum. Sonra, Metin Oktay’la başka işimiz oldu. Kendisi son derece saygın bir beyefendi idi. Bir taraftan top oynardık.

“Benim babam Fenerbahçeli, sen Fenerlisin” derdim. Bana sorarlardı, “sen hangi takımlısın diye. Fenerbahçeliyim derdim ama Fenerbahçe’nin değil, Beşiktaş’ın maçlarına giderdim… Sarı lacivert renkleri sevmem, siyah beyazı severim. Ulan dedim ben Fenerli değilim. (gülüyoruz)

Babamın patronu da Beşiktaş Divan Kurulu Başkanı’ydı. Ne zaman Beşiktaş’ın ilk kongresine çıktım, yukarda ağladım. Bir hizmetkârın oğlu olarak, Beşiktaş kongresini idare etmek hayatımın en büyük keyfiydi. “Babam keşke yaşasaydı da görseydi” dedim. Ben o kongrede divana çıktım Başkan olarak… Süleyman Seba’nın eline ben verdim mazbatayı. Alâeddin Çakıcı gelmiş, yok kongreyi karıştırmış falan külliyen yalan. Sonra senelerce kongre başkanlığı yaptım ama en büyük iltifat Süleyman ağabey’ den geldi bana. Çok zarif bir adamdı. “Bir gün beraber içmeye gidelim” dedi, gittik. Ben onun başkanlığı terk etmemesi için konuşacağım. O sırada ne olduysa, bugün benim evlilik yıldönümüm deyince, “arar mısın hanımını” dedi. Eşime dedi ki; “hanımefendi, çok özür dilerim, çok ayıp ettim. Ben sizin evlilik yıldönümünüzde nasıl bu arkadaşı buraya aldım, bu sizin gününüzdü beni affeder misiniz” dedi. Sonra çiçek göndermiş hiç haberim yok… Çok beyefendi çok başka bir adamdı.

Aramızda geçen şu diyaloğu hiç unutmam ;

“ulan, ne eleştirdin beni. Her yerde eleştirirsin beni ama seni niye severim biliyor musun Rıza?"

“Niye Süleyman ağabey ?”

“Hiç hakaret etmedin”

Hukukçu kimdir?
Bir hukukçu şudur; kimin söylediğini bilmediğim bir söz var ki bunu hayatım boyunca hafızamda tutmuşumdur; AVUKAT DEMİRİ BÜKER! Bir de Sulhi Dönmezer’in bir lafı vardır, senelerce ben muhalefet ettim Sulhi Dönmezer’ e, işte TCK 141-142 sonra Türk Ceza Hukuku Derneği’nin kuruculuğunda onunla beraber oldum. Beni gidene kadar sevdi, “sen bilir misin benim Beşiktaşlı olduğumu, sen bilir misin Deniz ihtilali becerseydi ben adalet bakanı olacaktım” dedi. Sistemli bir adamdır. Sulhi Dönmezer bir panelde bir hocaya dedi ki; “bak Erol, sen saat tamir ediyorsun, Ali Rıza saat yapıyor!”

Hukukçu saat yapar…

Ben asistan olmak istiyordum. İki tane imtihana girdim, 2’nci ve 3’ncü sınıfta. O zaman bizde yazılı ve sözlüydü sınavlar. Bana bir soru sordu Halit Kemal Erbil;

“sen ne olmak istiyorsun?

“Asistan olacağım”

“olamazsın “

“niye?”

“sen İngiliz hukukçuları gibisin. Sen ballister (yüksek ceza avukatları) değil, solister (hukuk işleri yapanlar) olursun” dedi.

Bunu bana sorduğu bir soruya verdiğim cevaba istinaden söyledi. Ben sorduğu soruyu kitaptan anlatmadım, kitap aklımda bile değildi, ne bileyim ulan kitabı? (gülüyoruz)
Soru şu idi, “Haksız iktisap nedir, gabin nedir?

Anlattım; “Bakkala gidersin, bakkaldan 1 kilo un istersin, bakkal sana 1 kilo 200 gram un verirse, sen o 200 gramı kendine almış olursun bu bir haksız iktisaptır. 1 kilo şeker istersin, kaç para dersin, o da der ki 5 lira hâlbuki şeker 3 liradır, senden 2 lira fazla almıştır. Buna da gabin denir” dedim.
Hukukçu bir sanatkârdır. Bir hukukçunun kıvrak bir zekası olacak. Anında kavrayacak, kavrayamazsa hukukçu olamaz.

Adalet nedir sizce?
Adalet, zenginlerin mahkemesinde dağıtılan, fakirlerin cezaevinde çektikleri bir mefhumdur.

Oldukça net oldu bu harika…

Gençlere tavsiyeleriniz neler?

Çok çalışacaklar, okuyacaklar. Bilhassa, ben sevmemekle beraber şunu yaptığımı gördüm; Matematiği iyi bilen bunu iyi becerir. Matematik bilhassa burada lazım bir, iki, kitap okuyacaklar! Yenileşmeyi takip edecekler… Para için değil, sanat için çalışacaklar. Eğer bir hukukçu, iyi bir hukukçu olmak istiyorsa (benim eşimle kavgam budur, ben para almam sanatçıyım). Otomobil tamir etmem, otomobil yaparım. Ben otomobilin ustasıyım kalfası değilim. Kendimi satmam.

Hayatımda ilk defa birini bugün kırdım. Adamın biri geldi, eski bir müvekkilimdi. Bana bir dosya getirdiler. Dedim ki “bu dosyaya bir bakayım, vekâletname çıksın, fotokopi çekeyim, 5 milyar TL para isterim.”

“aaa olmadı” dediler.

“Ne olmadı?”

“Sen daha az para alıyormuşsun”

Şöyle kendi kendime baktım, demek ki beni ucuzcu avukat biliyorlar. Suistimal ediyorlar. O an dayım aklıma geldi. Benim rahmetli dayım greyder işçisiydi. İlk olarak da İncirlik üssünde çalıştı. O zamanın parasıyla 750 TL isterdi. Millet ise 250 TL’ ye çalışırdı. Ama dayım açlıktan öldü biliyor musun? 750 TL’yi vermedikleri zaman iş yapmadı. Şimdi o safhaya geldi. Bu işin ustasıyım, daha da ustalaşmak istiyorum ama bir şey katmak istiyorum. İnsanlara bir şey vermek istiyorum. Nasıl yapacaksın bunu? Mesleği seveceksin… Para kazanmak istiyorsan giyin, ha jigololuk yapmışsın, ha lafla insanları dolandırmışsın. “Herkesi tahliye ediyorum” diyen adam, beni de aldatabilir. Ama herkesi dolandıran bir adam Tarlabaşılı değildir. Çünkü Tarlabaşılı dolandırmaz. Yalanı dolanı yoktur, yüzüne söyler.

Müvekkillerinizi neye göre seçiyorsunuz?

Güzel soru… Irz düşmanlarıyla işim yok. Ensest ilişkiye girenlerle kesinlikle işim olmaz.

Bu çok ciddi bir sorun, özellikle de ülkemizde…

Ensest ilişkinin hukuksal boyutunu da inceledim. Türkiye’de maalesef ciddi bir sorun. Röportaj olarak ilk defa söylüyorum bunu. Adil yargılanma mefhumu, Anadolu’dan çıkmış. Ne eski Mısır’dan, ne İnka’dan, ne Kızılderililerden ne Anglosaksonlardan, ne Fatih Sultan’ dan… Hepsinden evvel adil yargılanma tabiri Hititlerden çıkmış. Başka bir şey daha var adil yargılanmada, kız çocukları 2’nci plandadır ve ensest ilişki serbesttir. Çelişkiye bak! Bazı bölgelerde hala o yaşantı günümüze kadar süregelmiştir. 

Bunun cezası yeterli mi peki?

Cezası yeterli değil ama ceza değil buradaki espri. Buradaki espri, o kültürü ortadan yok etmen lazım önce. O kültür ortadan kaldırılmadıkça, sen o bataklığı kurutmadığın müddetçe, o sivrisinekler yine olacak. Düşünebiliyor musun? 30-35 sene ceza yiyorlar, 5 dakikalık zevki için! Bunlar ruh hastası. Bir baba evladına bir şey duyabilir mi?

Baba olmak nasıl bir duygu tarif eder misiniz?

Aaa, bak şimdi bir gün (ismini vermeyeceğim) bir sanatçı geldi, davalarına bakıyorum. Bana demez mi eşiyle boşanma davası için “ya şu nafakayı düşürsene” diye. “hadi lan, çocuğuna bakmayan baba olmaz” dedim. Ondan sonra hep bir örnek veririm. Nazım Hikmet’in romanından bir örnek… Nazım Hikmet bir roman yazmıştır, “kan konuşmaz”… O roman şunu anlatır; Evin beyefendisinin, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden evvel, evin hizmetkârının kızını iğfal eder, günler geçer kızın karnı şişer. Sonra bakarlar ki kız hamile. Hemen kızı evden atarlar. Kızı evden attıkları zaman çok yağmur yağar. Annesi bile kızına sahip çıkamaz, hizmetkârdır. Kunduracı kör Cemal Efendi, kızı sokakta bulur,
 “gel buraya kızım, otur şu köşeye, kızım ben seninle nikâh yapacağım ama sen benim eşim olmayacaksın”

Kızla nikâh yapar. Kız doğurur, çocuk okur, İstanbul’un en iyi avukatlarından biri olur. Bir gün Cemal Efendi’ye Şişhane yokuşundan geçerken bir araba çarpar. Cemal Efendi komadadır. Çarpan arabanın sahibi ise, çok önemli bir tanınmış zengindir. Bunu tutuklamazlar, serbest bırakırlar. Çocuk yazıhanesindeyken, sekreteri içeriye girer ve

“bir beyefendi geldi, sizinle görüşmek ister”

 İçeriye buyur eder, çocuk beyefendiyi tanır, “maruzatınız?”

“Bir teklifle geldim”

“Buyurun sizi dinliyorum”

“Alın davanızı geriye”

“Neden?”

“Alın davanızı geriye, beni mahkûm ettirmeye mi çalışıyorsunuz?”

“Adalet ne derse o olacak”

“ama siz bilmiyorsunuz ki…”

“neyi?”

“senin asıl baban benim”

“aaa! Öyle mi? Kan konuşmaz ki, benim babam Cemal!”

Benim babadan anladığım budur, daha fazla söze gerek var mı?

Kesinlikle yok…
Son bir mesaj alabilir miyim okurlarım için?

Sevgisiz bir dünyada yaşanılmaz, sevgi bulunmaz, sevgi yaratılır! Ben dün bir duruşmaya nasıl gittim biliyor musun? Lili Marleen ile gittim… Çünkü Lili Marleen çaldığı zaman düşmanlar o sırada ateş etmiyorlar. Lili Marleen sevgisinde buluşuyorlar…

Sevgi ve adalet ile

PINAR TOK

W.SHAKESPEARE

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin, şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta.

Gülümse...

Gülümse...
Dünya tüm yanılsamaların merkezine koyar seni, büyü diye...

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
PROF.DR.SEVİL ATASOY

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
BETÜL MARDİN

Bu Blogda Ara

Translate