SUÇ VE BEYİN

By | Cuma, Aralık 15, 2017
  

   
İlk algıda Suç ve Ceza' yı çağrıştıran bir kitaptan bahsediyoruz bu keyifli ve sıra dışı söyleşide. Prof. Dr. Sultan Tarlacı bu kitabında, olayları insan davranışı, sosyal sinirbilim, suç, fedakarlık ve kahramanlık üzerinden nörobilimsel bir bakışla ele alıyor. 

İnsanlar Habil- Kabil' den beri neden şiddet gösterirler, sağ ve sol beyin dengesi nasıl sağlanır, mehdilik beklentisi neden tembelliğin diğer adıdır, uzaktan kontrol ediliyor olabilir misin, psikopatların beyni neden farklı çalışır vs. gibi birçok önemli soruya cevap bulacaksın...

Sultan Tarlacı, 1970 yılında Rize’de doğdu. 1995 yılında Tıp fakültesini birincilikle bitirerek Tıp doktoru, 2000 yılında Ege Üniversitesinden Nöroloji uzmanlığını aldı. 2000 yılında, Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü, 2001’de TÜBİTAK-Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü ve 2003’de de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Sedat Simavi, Sağlık Bilimleri Ödülü almıştır. 2014 yılında Tıp Fakültesi, diş hekimliği, veterinerlik başta olmak üzere sağlık bilimleri öğrencilerini aynı sosyal çatı altında toplayan ve onları bilimsel araştırmalara yönlendiren NeoCortex öğrenci topluluğu tarafından ödüle layık görüldü.

2003’de yayınlanmaya başlanan, sinir bilimi ve kuantum fiziğini ele alan Uluslararası NeuroQuantology Dergisinin kurucusu, isim babası ve baş editörüdür. Dergi Ocak 2008’de Uluslararası bilimsel veri tabanlarına (SCI, SCI-E) kabul edildi. Halen 15. Yılında ve yayınına baş editörlüğünde düzenli olarak devam etmektedir. Konuyla ilgili yurt dışında NeuroQuantology adlı bir kitap yayınlanmıştır (Nova Publisher., 2014).
SCI’ye giren, 40’ın üzerinde nöroloji, sinir bilimi, nörofelsefe araştırma ve gözden geçirme makalesi yayınlamıştır. Bu makalelerine 1000’e yakın yabancı kaynaklarda atıf yapılmıştır.

Birçok TV programına sinir bilimleri, beyin, kognitif bilimler, sınır bilimler, bilincin farklı halleri ve davranış bilimleri konusunda davetli konuşmacı olarak katılmaktadır. 

Nöroloji ile ilgili Acil Nörolojik Hastalıklar (2004/2008) adlı kitabı vardır. 2014 yılında “197 Gün” adlı romanı yayınlandı. Popüler bilim kitapları olarak ÖlümSözlük (2016), Schrödinger’in Kedisi Neden Şizofren Oldu? (2017) ve Mağaradan Mars’a (2017) adlı kitapları yayınlanmıştır.

Halen, toplumsal olayları ele alan, birey-toplum ve beyin-davranış ilişkilerini, şiddet ve özgeciliği konu edinen, insan psikolojisini ele alan bir kitabı yayına hazırlanmaktadır.

Türk Nöroloji Derneği altında hizmet veren, Nörolojik Yoğun Bakım ve Kognitif Nörobilim Grubu Çalışma Üyesidir. NeuroQuantology dergisinin baş editörlüğünü sürdürmekte ve sinir bilimi ile ilgili TV programlarına davet edilmektedir.

Suç ve Beyin kitabının çıkış noktası nedir? İsim olarak bir klasik olan Suç ve Ceza’ yı çağrıştırması tesadüf mü, özellikle mi yaptınız?

Suç ve Ceza’yı çağrıştırması tesadüf değil. Özellikle yaptım. Hepsi içimizde var çünkü. Bir sinirbilimci veya beyin hastalıkları uzmanının, 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi ya da daha açık bir ifadeyle “işgal girişimi” hakkında ne yazabileceğimi merak ediyorsunuzdur. Bir sinirbilimci; bireysel özgürlük ve toplumsal demokrasi hakkında ne yazabilir? Nihayetinde ne bir siyasetçiyim, ne güvenlik uzmanı, ne sosyolog ne de hukukçuyum.

Ancak, insanı yöneten sistemin ve organın “beyin” olduğunu düşündüğünüzde, kişilerin oluşturduğu davranışların sinir bilimsel bir açıklamaya indirgenebileceği rahatlıkla anlaşılabilir.


Örneğin, sokaktaki kişilerin dışarıdan sadece uzun süreli davranışlarına bakarak ve izleyerek onları tahlil edebilirsiniz. Bencil (egoist) mi? Kötü mü? Manyak mı? Psikopat mı? Özverili mi? Yardımsever mi?

Bir sinirbilimci, psikiyatr ya da psikologsa kişinin davranışlarına bakarak, beyninin hangi bölgesinin ön planda ve baskın çalıştığını görür. Tıpkı hastanede muayene odasının kapısından giren yaşlı amcanın adım ve yürüme, oturmasına bakıp daha muayene etmeden Parkinson hastalığını görmeniz gibi. Sonuçta insanların oluşturduğu her şey, beynin ürünüdür. Sanat, siyaset, ideolojiler, teknoloji, savaşlar, terör ve bilim de... Hepsi ama hepsi...


Dolayısıyla bu kitapta, bireysel beyni ve onun davranışlarının nedenlerini, ardından da toplumsal beyinsel ağları ele alacağım. Hepimiz kaslarımızla hareket etsek de, bir irademiz olduğunu düşünsek de, özgürce seçimler yaptığımızı kabul etsek de bütün bu davranışların temelini kafatası kemiğiniz içinde yer alan 1,5 kilo etmeyen beyin oluşturur. Bu bakış açısı ile 15 Temmuz’da yaşadığımız işgal girişimi olayının beyinsel temelini, toplumsal tepkiyi ve bütünlüğünü anlamaya çalışacağız. Oradan da insan olarak aslında ne olduğumuz hakkında toplumsal bir çıkarımı hep birlikte yapacağız.

En basit olarak bireyler, davranışlarını yöneten bir beyne sahiptirler ve toplum da bireylerin algı/davranışlarından oluşur. Bu yüzden toplumların da aslında beyinlerden oluşan bir üst algı/davranış örüntüsü vardır. Bu toplumsal örüntü öyle bir ilişki sunar ki bireyler toplumsal davranışı oluştururken, toplumsal yapı ve çevremizde bulunan diğerleri de bireysel davranışları belirler. Aslında kendimiz bir şey yaptığımızda onu sadece birey olarak kendimiz yapmamışızdır. Toplumsal etkileşimin bir parçası olarak yapmışızdır.

Dolayısı ile 15 Temmuz’da yaşananlar aslında bir yönüyle kişilerin veya daha da ötesi onların oluşturduğu grupların ve toplumun beyinleriyle ilgilidir.

Özetle tüm siyasi, ideolojik ve dini kavgalar aslında beyin içi ya da beyinler arası kavgalardır. Beyin içi kavga yapan beyinsel yapıcıkların hangisinin baskın geldiğine veya kavgayı kazandığına göre dünya üzerindeki 7,5 milyar insanın farklı davranış yapıları ortaya çıkar. Elbette bu 7,5 milyar beynin bazı ortak örgü, algı ve davranış özellikleri de vardır. Toplumu oluşturan bireylerin beyinlerinin benzerlik ve farklılıklarına göre de kaderleri belirlenir.

Birliktelikler ve gruplanmalar da işte bu ortak özelliklerden kaynaklanır. Solcular, sağcılar, komünistler, liberaller, Müslümanlar, Maocular, Hıristiyanlar ve mezhepler, teröristler... Bireylerin hepsi farklı beyinlere sahip oldukları (sanıldığı) halde, beyinler arasındaki algı ve davranışların ortak ağırlık merkezine göre kümelenme gösterirler. Kümelenen beyinler de yukarıda bahsettiğim ilgili grupları oluştururlar.
 
15 Temmuz’dan sonra FETÖ ve terörist kalkışma konusunda birçok kitap yazıldı, halen yazılıyor. Konuyla ilgili birçok belgesel çekildi, çekilecek. Birçok tartışma yapıldı ve yapılacak.
Bu kitabı okuduğunuzda, 15 Temmuz’da yaşadığımız işgal girişimine çok farklı bir yönden bakacaksınız. İnsan algısı, davranışı ve beyni açısından...

Suç beynimizde mi? Nedenleri…

Şiddet, insanın varoluşundan bu yana gördüğümüz bir olgudur. Değişik şiddet yönelimleri olsa da en bilindik olanı ve en rahatsız edici olanı insanın-insana şiddet göstermesidir. Elbette diğer canlılara, özellikle de hayvanlara gösterilen şiddeti de hatırlamak gerekir. Yunan mitolojisinde tanrılarla insanlar arasında, insanlarla insanlar arasında ve bugün bile her yerde gördüğümüz, yüzümüzü buruşturarak baktığımız bir sorundur. İnsan ister evrimle ister Tanrı eliyle yaratılmış olsun, her iki durumda da varlığını fark eder etmez, ilk yaptığı iş kendini koruma içgüdüsüyle hayatta kamaya çalışmak ve sonraki adımda şiddettir. Sinir bilimsel olarak bakıldığında, insanın “öteki” insanlarla olan çatışmasının kaynağının aslında beyin yapısında ya da işletim sisteminden kaynaklandığını anlamak hiç de zor değildir. Temelde bizi biz yapan beynimizdir. Kim olduğumuz, nasıl davrandığımız, “ötekini” nereye koyduğumuz ve onu nerede konumlandırdığımız, olayları nasıl yorumladığımız, olaylara verdiğimiz duygusal tepkiler. Hepsi ve hepsi... Sonuçta katil olmak da beynimizle yakından ilgilidir.

Beyin evrimsel olarak milyonlarca yıl içerisinde, kendini koruyarak ve değiştirerek yaşamda kalma mücadelesi vermiştir. Beyin bu mücadelesini kazandığı için de biz insan soyu olarak şu an bu gezegende yaşam sahnesindeyiz. Beynimiz aşk, sevgi, hoşgörü, ötekini düşünmek, diğerkâmlık, sencilik, vefa, kendini feda etme, özveri, onur gibi iyi yönlü kavramlar oluşturur. Genel olarak bakıldığında ise yaşamda kalmak için bu olumlu kavramlar birinci sırada yer almazlar. Şiddet ve tehlike içerebilen bu dünyada, yaşamda kalmak beynimizin diğer karanlık yüzüyle alakalıdır. Korunma, saldırma, yarışma, şiddet, ötekinin bizim hakkımızda ne düşündüğünü ve sinsi planlar yaptığını tahmin etme, bencillik, bizden olanı ayrı yere koyma gibi...

Beyin deyince çoğumuzun aklına, tek bir bütün olarak kafatası içinde taşıdığımız organ gelir. Diğer yandan da çoğumuz, bizi biz yapan organın beyin olduğunu bilsek de, aslında hepimiz içimizde bir katil olma potansiyeli taşıdığımızı pek görmeyiz. Belli şartlar altında hepimiz katil olabiliriz. Bazılarımız için bu daha kolayken, bazıları için bu ancak çok ileri tahrik durumlarında ortaya çıkabilir. Hukukçular bu detayı bildikleri için onların ürettikleri yasalar suça verilen cezalarda suç tahrikini göz önüne alırlar.

Beynin içinde, sürekli devam eden karşılıklı bir iç çekişme, itişme vardır. İstisnası olmayarak beynimizin içinde kendi kendine sürekli devam eden “iyi ile kötü” arasında bir savaş yaşanır. Nihayetinde iyi ve kötünün denge durumuna göre, bazılarımız Habil bazılarımız da Kabil oluruz. Bizi ilgilendiren kısmıyla, toplumsal normlar ve değerlere göre iyi ve kötü insanlar olarak ortalarda dolaşırız. Ancak, kişisel beyinlerimizdeki bu çatışma ve iç savaş, dış dünyaya yansıyarak, kişilerden topluma uzanarak, dünyadaki savaşların da kaynağı haline gelir. Yani bireysel beyinlerimiz içindeki çatışmanın dengesi, dış dünyada kötülük ve şiddetin hüküm sürdüğü veya iyilik ve uyumlu yaşamakla sonuçlanan olaylara neden olur.

Günümüze kadar birçok bilim insanı, beyindeki bu çatışmaya neredeyse bir asır önce dikkat çekmiştir. Bunlar içinde en iyi bilineni Sigmund Freud’un, 1920’lerde ortaya koyduğu, id-ego-süperego dengesi veya çatışmasıdır. Özetle, ilkel benlik olan id, sezgiseldir ve sadece aklına geldiğini zevk için ister. Ego ise gerçekçidir ve örgütlü bir yapısı vardır. Her şeyi isteyemez. Üst benlik ya da süperego ise eleştireldir, ahlaki değerlere sahip bir yapıdır. Buna benzer şekilde beynimizde bilinçdışı otomatik bir yapı da bulunur ve bu yapı hızlı çalışır, örtük, sezgisel ve bütünsel bir tepki verme özelliğindeyken, bilinçli yapı yavaş, açık, kurallara bağlı ve derin düşünceleri olabilen yapıdır.


Beyindeki çatışmaya dikkat çeken diğer bir kişi de 1950’lerde Paul McLean’dir. McLean beynimizi üç temel kısma ayırır. Bunlardan biri sürüngen beyin kısmıdır ve sağ kalmakla ilgili beyin bölgesidir. İkinci kısmı ise limbik beyin kısmıdır ve bu bölge duygularımızla ilgilidir. Üçüncüsü de yeni beyin kabuğu denilen (neokorteks) kısmıdır ve bu bölge evrimsel olarak daha yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bizi biz yapan, kişilik, karakter, mizaç, karar verme, irade ve ahlaki olarak benliğimizi sağlayan beyin bölgesi bu üçüncü kısımdır.


Sağ beyin sol beyin ne demek? Eğitim sistemine uzanan detayları açıklar mısınız örneklerle?

Beyinle ilgili sıklıkla dillendirilen bir yapısal özellik de sağ-sol beyin yarı küreleri arasındaki farklılıklardır. Sağ ve sol beyin deneysel şartlarda ayrı ayrı çalışma özellikleri gösterebilse de sokakta yürüyen insanlar her iki beyin yarı kürelerini bir arada kullanırlar ve iki beyinli değil tek bir beyinli olarak yaşarlar. Sağ ve sol beyin arasında insan ilişkileri ve kişilik özelliklerimiz, bilgiyi yorumlama ve duyguları değerlendirme açısından çok ciddi farklar vardır. İki beyin yarı küremiz arasındaki baskınlık durumuna göre toplumda belli etiketleri üzerimizde taşıyabiliriz ve “iyi veya kötü” olarak adlandırılırız. Terazideki denge gibi sağ veya sol beyninizin baskın çalışmasının ağırlığına göre, ya ideolojilere saplanan siyasetçi, radikal dinci ya da daha geniş eğilimleri olan bir mistik olabilirsiniz.


Sağ ve sol beyin arasındaki baskınlık farkı, kişisel düzeyde sadece sizi ilgilendirir görünse de hepimiz bir beyin taşıdığımızdan, aileler, gruplar, bütün dünya ele alındığında o beyinlerin toplam etkisi insanlığı oluşturur. Eğer sol beyin ağırlıklı bir dönemden (İskender dönemi, Dünya Savaşları dönemi) geçiliyor ise veya sol beyni baskın bir ülke öne çıkmışsa (Almanya, Hitler...) sıklıkla savaşla geçen dünya tarihini oluştururlar. Savaşlardan artakalan kısa zamanlarda sağ beyin kendine yer bulur ise sanatsal etkinlikleri ve yaratıcılığı ön plana çıkarır (Rönesans dönemi gibi).


Normal şartlarda bir ve bütün olarak çalışan, tek bir beynimiz olsa da kafatası içinde hepimiz iki beyin yarı küresi taşırız. Bedenimizi orta hattan ayırdığımızda ise beynimiz, ortadan birbirine bağlanmış, simetrik görünümlü, iki parça olarak gözükür. Normalde dışarıdan, kafatası kemiğini şapka gibi tamamen çıkardığınızda –otopsilerde olduğu gibi– iki yarım küre görürsünüz ve görüntü sanki bir cevizi andırır. Çıplak gözle iki beyin yarı küresi arasında hiçbir fark göremezsiniz ve yapı olarak neredeyse simetrik birbirlerinin ayna yansıması gibidirler.

Aynı görünümdeyseler, o zaman bu sağ-sol beyin tartışmaları nereden çıkıyor?

Sağ-sol beyin tartışmalarının nedeni beyin yarı küreleri arasındaki işlev ya da gördükleri işlerin önceliklerinin farklı olmasından veya farklı uzmanlık alanları olmasından kaynaklanmaktadır. Bu farklılaşma o kadar güçlü ve derindir ki, dünyada içinde bulunduğumuz iyi ya da kötü kavramlarının tümünün bu beyin yarı kürelerinin ürünü olduğunu, beyindeki çatışmanın dünyadaki çatışmaların da yansımasıdır.


Sol beyin mantık zinciri ile çalışan ve problem çözen yarımızdır. İdeolojik tutuculuğun ve radikal dinciliğin merkezini barındıran, tutucu, kararlı, parçalara bölerek analiz eden, hesaplar yaparak tahmin ve çıkarımlar yapan tipik bir borsacı beynidir. Kişileri isimlerinden tanır, konuşarak anlaşmayı ve anlatmayı sever. Gerçekçi hikâyelerle ilgilenir. Yazarken kendine vurgu yapar: “ben.” Ağlamayı sevmez, mantıksal savunmalarla ağlamaktan kaçar, risk almayı pek sevmez. Somut, ardışık zincirlemelerle ve matematiksel düşünür.

Sağ beyin ise uzaysal ve zamansal algıyı sağlayan, sezgisel ya da ilhamla çalışan, sanat ve müzik yeteneğinin kaynağı, bilgiye doğrudan ulaşan, mistik ve manevi beyin yarıküremizdir. Bütünü algılamaya çalışır ve çevresine bir bütün olarak bakar, görsel örüntüleri anlama, kişi ve çevresindeki uzayı algılama, beden dili gibi konularda uzmanlaşır. Bu yarıküremiz, bilinçsiz ve duyusal veri girişi olmaksızın çalışan, hayal kurabilen ve kehanetle ilgilidir. Efsanelerle ilgilenir. Kişilerin yüzlerini isimlerinden önce tanır. Yazarken ikinci şahsa vurgu yapar, “sen” der. Sağ beyin ağlar, ağlamayı sever ama buna rağmen daha çok risk alabilir. Açık uçlu, soyut, eşzamanlı ve rastgele düşünebilir.


Sağlıklı ve sağlıksız beyni nasıl ayırt edebiliriz? Mesela bir psikopat beyninin ayırıcı özellikleri davranışlara nasıl yansıyor? Nereden anlıyoruz bir kişinin psikopatlığını?

Antisosyal kişilik bozukluğu olanların veya psikopatların beyin çalışmasında normal kişilere göre farklılıklar vardır. Bu işlev farklılıkları davranışlarına da yansır. Psikopatlarda en göze çarpan özellik empati eksikliğidir. Yani bir eylemi yaparken, eylemi yaptığı veya zarar gören kişinin neler hissettiği konusunda bir iç görüsü yoktur veya çok azdır azdır. Bu nedenle psikopatlar bir nevi kalpsizdirler. Aynı zamanda psikopatlar kendi güdülerinden kaynaklanan davranışlarını kontrol edemezler. Sıklıkla ve gereksiz yere yalan söylerler. Karşılarındaki kişileri maniple etmeye çalışırlar ve ikiyüzlüdürler. Çevrelerindeki kişilere karşı sorumluluklarını umursamazlar. Daha çok çevrelerini kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kişilerden oluştururlar.

Psikopatlarda beyinsel farklılık vardır ve bu farklılık birçoğu bir araya getirilip (grupsal) beyinleri incelendiğinde anlamlı hale gelmektedir. Bu nedenle birisinin beynini inceleyip bu psikopattır gibi bir tanı koymak bugün için mümkün değildir ama çok uzak olmayan gelecekte mutlaka beyinsel incelemelerle hukuk yan yana suçluyu inceleyecek ve cezai yaptırımı ona göre uygulayacaktır. Daha önce de vurguladığım gibi günümüzde cezalar toplumsal normlara yani değerlere göre belirlenmektedir ve beyin tabanlı bir ceza sistemi olmadığından, hukukun baktığı sadece akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve kişinin suçtan ne kadar sorumlu tutulabildiğidir.


Beynin çalışmasını gösteren beyin görüntüleme araştırmaları son 20 yılda bize beyin hakkında çok şey söylemiştir. Kullanılan yöntemler MR, PET ve SPECT olarak gruplanabilir. Bunlar içerisinde en çok kullanılan işlevsel beyin MR görüntülemesidir (fMRG). Bu görüntüleme yöntemi nasıl çalışır ve ne işe yarar diye merak edebilirsiniz. Bu tür görüntülerde genelde beynin kullanmayı sevdiği bir madde işaretlenerek kana verilir. PET incelemesinde beyni incelemek için işaretli şeker (glükoz) kullanılırken, fRMG incelemesinde yararlanılan şey, beynin çok çalışan bölgesinde ihtiyaca binaen artan kan akımının ölçülmesidir. Mesela hiç hareket etmeden bir şeyler okursanız, beyninizin görme beyin kabuğu diğer alanlara göre nispeten daha çok çalışır. Bu şekilde yapılan işe (müzik dinleme, keman çalma, hayal kurma, yutma, cinsel ilişki...) göre beynin hangi alanının sorumlu olduğunu kısmen tespit etme imkânı fMRG ile mümkün olabilmiştir. Bazen de kişi (ya da kişinin beyni) hiçbir iş yapamadan sakin ve dinlenme halindeyken bu işlevsel beyin görüntüleri elde edilir. Bu şekilde normal psikolojisi olan insan beyinlerinden oluşan bazal bir beyin çalışma durum tespiti yapılır. Daha sonra da anormal psikolojisi ve davranışları olan kişilere de aynı yöntemlerle beyin taramaları yapılıp normal olan kişilerin beyinleri ile karşılaştırılarak, yerel ya da bölgesel olarak beyinlerinde az veya çok çalışma şeklinde olabilecek farklılıklar olup olmadığı ortaya konmaya çalışılır.

Şizofreni nedir, nedenleri nelerdir? Tedavisi var mıdır?

Ciddi bir akıl hastalığı olan şizofreni; duygu, düşünce ve davranışlarda bozuklukla seyreden bir hastalıktır. Hastalık genelde 15-35 yaşları arasında ortaya çıkar. Yaşam boyu sıklığı %1-1,5’tur. Ortaya çıkış nedeni bir tane değil, birden çok etkenin bir araya gelmesiyledir. Genetik ve çevre faktörleri birlikte etki ederek hastalığın tetiğini çekerler.

Tanısı hastanın gözlenmesine ve tanımlamalarına göre konur. Anormal düşünce içeriği (sanrılar, varsanımlar, çağrışımlarda uyumsuzluk), mantıkdışı düşünce biçimi (uzaktan televizyonu kapatmak, televizyondan kendine seslenildiğini düşünmek), duygu durum değişikliği (vurdumduymaz, uygunsuz, şaşkın), kendilik duygusunda bozulma (benlik sınırlarının kaybı, dış gerçekliği içten ayırt edememe), irade değişikliği (karar verme zorlukları, yetersiz dürtü), duyum bozukluğu (zaman, yer, kişiye yönelimde) ve kişiler arası ilişkilerde bozulma gibi klinik özelliklerin birkaçıyla kendini gösterir. Klinik özelliklerin baskınlığına göre farklı alt tipleri ve adlandırmaları vardır. Klinik görünümü farklıdır. Pozitif (varsanımlar, düşünce bozuklukları) ve negatif (vurdumduymaz duygu durumu, sos
yal çekilme) belirtilerle birlikte olabilir.

İşitsel hayaller ya da varsanımlar şizofrenide sık izlenir. Genellikle bunlar dinsel ve uyarıcıdırlar. Bazıları emirler şeklindedir. Erkekler genelde emir şeklinde duyarken, kadınlar eleştiri niteliğinde sesler işitirler. Normal insanların %30’u da bazen olmayan sesler işitebilirler. Ancak bunlar ısrarlı değildir. Görme ile ilgili hayaller yani varsanımlar da sıklıkla izlenir. Mantığı ya da sağduyuyu hiçe sayan düşünceler akıllarına gelir. Normal kişilerde düşünceler, söz dizimi, anlam bilim, mantık ve duygusal kurallara uymak zorundadır. Şizofreni hastaları erken evrede düşünceleri üzerinde denetimi sağlamaya çalışırlar ve bu nedenle normalde bilinçsiz yapılan düşünme eylemi üzerine bilinçli kontrol yerleştirmeye çalışınca, düşünce süreçleri dikkat çekici şekilde yavaşlar. Çünkü bilinç insanı yavaşlatır.

Klasik bir tanımlama olarak şizofreni, kişilik bölünmesi olarak adlandırılır. Ancak bölünen ya da parçalanan sadece kişiliği değil, oluşan bu kişiliğin dış dünya veya nesnelerle olan ilişkisidir de. Şizofreni hastası kendisini ve dünyadaki gerçekliği farklı, şaşırtıcı, belirsiz ya da yabancı hisseder. Dış dünyadaki nesne özellikleri nitelendirilemez ve bir başkasına bağlanamaz. Özellikler, bütün içindeki yerleşimlerini yitirdiklerinden, zihinsel yaşam için taşıdıkları tanımlanmış anlamlarını da yitirirler. Şizofreni hastalarında dış dünyanın normal dışı ve farklı deneyimi vardır. Varsanımlar, içsel oluşan deneyimlerin (düşünceler gibi) ve dışsal gerçekliğin farklı değerlendirilmesinden kaynaklanır. Dolayısı ile bu hastalıkta “kendini izlemede” bir bozukluk olduğu öne sürülür. Şizofreninin tedavisi vardır ve uzun süreli tedavi gerektirir.

 Uzaktan kontrol edilme meselesi nedir? Gerçekliği var mı?

1960’lardan bu yana bazı kişiler “zihin kontrol kurbanı” olduklarını iddia etmekte ve hatta savcılıklara başvurmaktadırlar. Kişilerin iddialarına göre kendilerine sesler duyurulmakta, düşünceler empoze edilmekte, telefon ve televizyonlardan mesajlar ve emirler verilmektedir. Bunların elektromanyetik veya psikotronik silahlarla yapıldığını öne sürenler de vardır.


Türkiye’de zihninin kontrol edildiğini söyleyen kişiler arasında İBDA-C lideri Salih İzzet Erdiş de vardır. Avukatı, Erdiş’e Amerikan Savunma Kurumu tarafından zihin kontrolü yapıldığını iddia etmişti. Erdiş’in Kartal Cezaevi’nde iki kez intihar girişimi olmuştu. Hatta gazetelerde “Kafama çip koydular” şeklindeki iddiası da yer almıştı lakin mahkemede bu iddialar dikkate alınmadı.

15 Temmuz 2016’daki terörist kalkışmadan sonra en çok sorulan sorulardan biri de kendilerine veya sözde liderlerine itaat gösteren bu kadar çok sayıda kişinin, zihninin kontrol edilip edilmediği sorusuydu.

Nasıl oluyor da okumuş, eğitimli, rütbeli, kariyer sahibi, kıdemli insanlar kendi akıllarını başka birine emanet edebiliyorlar ve onun bir dediğini iki etmiyorlardı? Bu akılları ele geçirme ve yönetme başarısı peşinden gittikleri mehdilerinin mucizevi zihin yıkaması veya kontrolü müydü, yoksa kendi akıllarını teslim etmenin rahatlığı mıydı? Yani, “Ben kendimi yormayayım, zaten iyi olanı o bizim için düşünüyor, o ne derse doğru der ve biz onun kadar akıl sahibi değiliz” düşüncesi miydi?

15 Temmuz gecesinde terörist işgal girişiminde bulunanların yaptıklarına bakıldığında, ne kadar aptalca, kontrolsüz, ilkesiz ve onursuzca olduğu görülmektedir. İnsanın aklına bunların bir çeşit zihin kontrolüne mi tabi tutuldukları sorusu geliyor ister istemez. Elbette peşinden gittikleri şahsın da binlerce mehdiden biri veya kâinat imamı olduğu düşünüldüğünde, uzaktan zihin kontrolü de sağlamış olması akla gelen ilk ihtimal!

Ülkemizle ilgili pek çok sorundan biri de –en azından benim gözüme çarpan– Batı’daki bilimsel veya popüler bilgileri alırken, asıllarını çarpıtarak almak, yaymak ve sonra da gerçekmiş gibi çarpıtılana inanma halidir. Bu o kadar yaygındır ki akademik camiadakileri de, konunun uzmanı araştırmacı-yazarları da etkisi altına almakta ve bilginin ana karakteri değişip rivayetten de öte peri masalına dönüşmektedir. Bu tür inanışlardan biri de (ki ülkemizde de sıklıkla dillendirilmiş hatta hakkında kitaplar bile yazılmıştı) Amerika’nın bir dönem “metafizik istihbarat yaptığı” ve bu istihbaratta da “cinleri” kullandığıdır.

Konuşulan ve sayfalarca yazılan bu inanç, temeldeki gerçek araştırma bilgisinden öylesine uzaktır ki, insan gülse mi ağlasa mı karar veremiyor.

Peki nedir metafizik istihbarat işinin aslı?

Aslı şudur: Önce Rusya’da, 1965-1995 yılları arasında Amerika’da “psişik istihbarat” denilen, insandaki duyular dışı algıdan yararlanılarak (bir nevi 6. his) istihbarat toplama araştırmaları yapıldı. Bu amaçla sadece sezgileri güçlü, algıları açık, psişik yetenekleri olan insanların beyinleri kullanıldı. Söz konusu araştırmalara bir de “çatı isim” oluşturuldu: STARGATE projesi.

Yani STARGATE, 1965-1995 yılları arasında sürdürülen, özellikle uzaktangörü/durugörü üzerinde çalışmaların yapıldığı ve bu çalışmaların Amerikan hükümeti ve askerinin kontrolü altında gerçekleştirildiği araştırmaların ortak adıdır. Bu çalışma ardından, gruptaki pek çok bilim insanı farklı laboratuvarlarda araştırmalarına devam ettiler. STARGATE projesi içinde, uzaktangörüyü araştıran 14 ayrı özel ve üniversitelerde bulunan laboratuvar vardı. Buralarda askerlerden ya da sivillerden oluşan durugörü yeteneğine sahip 22 kişiyle çalışılıyordu.

Kayıp askeri-sivil helikopterleri ya da gemileri bulmak ve olası Rusya (o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, SSCB) saldırısını önceden öğrenmek için birtakım çalışmalar yaptılar. Konu üzerinde CIA ilgisini gösterdi ve 1995’te proje tam olarak CIA’e devredildi. 1973’te benzer çalışmaların yapıldığı SCANATE (SCANingbyCo-ordiNATE) projesi başladı ve 1975 yılında da tamamlandı.

Burada, bir kişiye, bilmediği bir askeri bölgenin koordinatları (enlem-boylam) veriliyor ve bir yanıt isteniyordu: “Orada neler oluyor?” Duyular dışı algısı güçlü olduğu tespit edilen kişiler de 6. hisleri ile o bölgede ne olduğunu tanımlıyor ve çiziyordu. Bu soğuk savaş döneminde kullanılan bir çeşit istihbarat yöntemiydi ve adı da psişik istihbarat idi. Psişik yeteneği olanlar bazen hedefleri inanılmaz şekilde 12’den vurdular.

SCANATE başarısı sonrası, Amerikan Psişik İstihbaratı’nın ustası ve piri kabul edilen IngoSwann (1933-2013) ordu ve istihbarattan psişik yeteneği olan kişileri psişik casus olarak eğitti ve onlara “psişik sızmayı” öğretti. Bu süreç içerisinde, başka bir araştırma konusu olan ama gene de psişik sızmayı konu edinen GRILL FLAME projesi oluşturuldu ama o da aynı çatının altında yer aldı. Bu grupta, Müfreze-G adı verilen psişik yetenekleri olan, asker ve sivillerden seçilmiş özel grup, uzaktan SSCB ve diğer düşmanları görmek için IngoSwann tarafından eğitildi.

Daha sonra Ingo, GRILL FLAME’dan ayrılınca (1983) Binbaşı Ed Dames tarafından CENTERLINE adlı başka bir psişik sızma ve istihbarat grubu kuruldu. 1990’da CENTERLINE tekrar STARGATE haline getirildi. Her ikisi de Amerika Savunma İstihbarat Ajansı’na (DIA) bağlı çalıştı. Bunun yanında, Amerika’nın can düşmanı Libya lideri Muammer Kaddafi’yi aramak için BLUE BIRD, Manuel Noriega için de 1983 yılında LAND BROKER projesini başlattılar. Bu projede, raporlardan anlaşıldığına göre Noriega’nın evi psişik sızma ve istihbaratla tam olarak tarif edildi. Aynı yöntem daha sonraları Saddam Hüseyin’in yerini aramada da kullanıldı. Konu elbette çok uzun ve bu kitabın kapsama alanı dışında. Varmak istediğim nokta şu: Bu araştırmalarda cinler nerede? Metafizik varlıklar nerede? Parapsikolojik bir araştırmayı ve psişik bir çalışmayı, metafizik varlıklarla ilişkilendirmek, üstelik araştırmacı yazarların bunu kitaplarında da kullanması yüz karası bir yaklaşımdır. Bilgiyi çarpıtmaktır. Hayal dünyasında yaşamaktır. Kişi kendi hayal dünyasında yaşasın evet ama bunu dillendirmek ve yazmak hatta TV programlarında “cinlerle istihbarat” şeklinde sunmak ahmaklıktır. Günümüzde halen konu aynı şekilde dillendirilmekte ve açıkça “Amerika istihbaratta cinleri kullandı” denmektedir. Dileyen STARGATE web sitesine bakarak, 20 yıldan fazla sürede Amerika’nın psişik istihbaratta ne kullandığına internetten bakabilir.


Aliya İzzetbegoviç’ in ünlü bir sözü var tembellikle ilgili… Bunu kitabınızda kullandığınız için bir kez de sizin gözünüzden yorumlamanızı istiyorum…


Bu sözü mehdi beklentisinin tembellik sonucu olduğunu vurgulamak için kullandım. Hem dünyanın hem de ülkemizin mehdilerle başı derttedir. Bugün de ülkemizde kendisini açık veya gizli mehdi sanan akıl hastaları bulunmaktadır. Mehdilik tarihsel olarak rivayetlerden ve masallardan kaynaklanan bir inanç olmasına rağmen bu kişilerin peşinden onlara inanarak gidenler de bulmaktadır. Ya da mehdilik iddiasında olanları beğenmeyip kendi mehdilerini bekleyenler de az sayıda değildir.

Bu tür bir inancın neler yapabileceğinin en belirgin örneklerinden birini 15 Temmuz 2016’da yaşadık. Bir sürü eğitimli ve rütbeli kişi, kendini mehdi ya da kâinat imamı sanan birinin peşinden hem akıllarını hem de onurlarını, yedi kuşak yerin dibine sokmayı göze alarak gittiler. Bu bölümde “zor zamanların kurtarıcısı” olarak kabul edilen mehdiliğin nasıl bir tarihsel süreci olduğundan uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum ama kısaca günümüz mehdilerinin peşinden gidenler ya da kendilerine bir mehdi bekleyenler için söyleyeceklerim var.

Mehdi beklentisi Yahudilerde vardı. Sonra Hıristiyanlık olarak ortaya çıktı. Aslında Yahudilerin beklenen mehdisi İsa Peygamber olması gerekirken onu kabul etmediler. Daha sonra da Hıristiyanlar İsa’nın göğe yükselmesi miti ardından kendi mehdilerini bekler oldular. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra, Hıristiyan kültüründen İslam’a geçen motiflerden biri de Hz. İsa’nın ölmediği, göğe çıkarıldığı, kıyametten önce tekrar dünyaya gelip Şam’daki Ak Minare’den ineceği ve Hz. Muhammed’in ümmetinin imamına müezzinlik yapacağı şeklindeki temelsiz sözlerdir. Hıristiyan mitolojisi bu şekilde İslamlaştırılarak, Müslümanların inancı arasına sokulmuştur ve tarihsel kaynaklarla da bu sabittir. Hz. Muhammed vahiy alınca, Hıristiyanlar da onu kabul etmediler. Hıristiyanlıktan aldıkları birçok uyduruk şey gibi İslam dinine mensup olanlara bir hezeyan bahşettiler: Beklenen mehdi bir gün gelecek! Kuran’da mehdiden bahsedilmez. Rivayet ve peri masallarıyla topluma yerleşmiş, hatta neredeyse bazı inanç sistemlerinin başına oturtulmuştur. Oysa her insan bulunduğu zamanın sorumluluk sahibi olarak mehdisi ya da kurtarıcısıdır. Sizi sizden başka kimse İslam dinine göre kurtaramaz.

Mehdilik beklentisi, önce Şiilikte yer bulmuş, daha sonra da Sünni kültürüne de yerleşmiştir. Sonrasında 15 asır boyunca sayısız mehdi kendi kıyametleri ile gelip geçmiştir. Bugün ülkemizdeki herhangi bir psikiyatri kliniğinde, yatan hastaların olduğu bölüme gidin veya poliklinikte kaydedilmiş hastaların listesinden ilgili doktorlara sorun, neredeyse her psikiyatr yılda 3-5 kez kendini “beklenen mehdi” sanan akıl hastası görmüştür ve tedavi altına almıştır. Ben de bir nörolog olarak uzun süre psikiyatri kliniğinde çalıştım. Kendisini Napolyon ya da İsmet İnönü sanan, Peygamber’le bağlantı kuran, kendini mehdi sanan akıl hastalarını gördüm. Bu tür akıl hastalıkları genelde sanrılı ve büyüklük hezeyanlı (psikotik veya şizofrenik) akıl hastalığı olarak ağır vakalar olarak kabul edilir.

Tıbbın ilerlemesine rağmen tedaviye yanıt almak bazen zordur. Toplum içinde genelde bunlar karışırlar ve fark edilmezler bile. Bazıları ise belli cemaat veya grup liderleri olarak yaşarlar. Bazısı açıkça kendisinin mehdi olduğunu iddia eder, bazıları da bunu sadece psikiyatrına söyler. Mehdi olduğunu kimseye söylemeyip gizleyenler de vardır.

Tasavvufta Nefse Karşı Cihat diye bir bölüm var kitabınızda… Bunu açıklar mısınız…

İslam tasavvufundaki ve Kuran-ı Kerim’deki nefs ile Freud-Jung bakışının bilinç eksenleri arasında bazı benzerlikler vardır. Ek olarak, Kitabı Mukaddes’teki anlamı ile “tene” karşılık gelen nefs (ego), aşağı benliğe (id), temel içgüdülere karşı sürekli bir mücadeleyi içerir. İslam’daki nefs, kabahat, günah ve aşağı niteliklerin kaynağıdır ve sufiler nefs ile mücadeleye “en büyük cihat” demişlerdir. Kuran-ı Kerim’deki Yusuf Suresi’nde “kötülüğü emreden nefs” (Yusuf, 53) ifadesi, sufi arınma yönteminin başlangıcını oluşturur. Kötülüğü emreden nefs ile id arasında benzerlik dikkat çekicidir. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de “kendini kınayan nefs/benlik” kavramından da bahsedilir. Kıyamet Suresi’nde ise “Kendisini ısrarla kınayan benliğe de yemin ederim” ifadesi yer alır ki, bu da aşağı yukarı insanın eylemlerini gözetleyen ve onları denetleyen bir bilince ve süperegoya karşılık gelir.

Üniversitede hangi dersleri veriyorsunuz? Öğrencilere aşıladığınız en önemli şey nedir? 

Nörobilim ve felsefe bölümünde derslere giriyorum. Aşılamak istediğim en önemli şey merak ve küçük şeylerde büyük şeyleri görebilmek. Her durumda kendi akılları ile düşünmeleri ve sınırlarda dolaşmaları, yeniliklere açık bir zihin sahibi olmaları. Bunu uzun uzun Suç ve Beyin kitabımın son kısmında bölüm olarak ele aldım.

Bu harika bilgiler için teşekkür ediyorum. Toplumumuzda giderek artan şiddet ve sevgisizliğe umarım kalıcı bir çare bulunur...Karşımıza her daim aklıselim kişilerin çıkmasını dilerken son sözleri Rudyard Kipling' e bırakıyorum;

"Gelişen topraklara çok şey borçluyum
 Besleyen hayatlara daha çok
 Ama en çok aklımın iki yönünü
 Bana veren Tanrı' ya
 İyi ya da kötü üzerine çok tefekkür ettim
 Güneşin altındaki inançlar üzerine
 Ama en çok aklıma bir yön değil
 İki yön veren Tanrı üzerine
 Gömleksiz ya da ayakkabısız kalabilirim
 Dostsuz, tütünsüz ya da ekmeksiz
 Aklımın iki yönünü
 Bir anlığına bile
 Kaybetmek yerine..."

Sevgiyle,

PINAR TOK



W.SHAKESPEARE

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin, şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta.

Gülümse...

Gülümse...
Dünya tüm yanılsamaların merkezine koyar seni, büyü diye...

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
PROF.DR.SEVİL ATASOY

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
BETÜL MARDİN

Bu Blogda Ara

Translate