Kuvvetsiz adalet ve
adaletsiz kuvvet iki büyük felakettir denir, adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin
de adaletli olmaları gerekir. Adalet, kâinatın ruhudur. Bir de bu ruhu kusursuz
taşıyanlar vardır ki, kötülüğü adaletle, iyiliği iyilikle karşılar. Dürüstü oynamaz,
zaten dürüsttür. İşte seni dürüstlükle adaleti, sanatıyla temsil eden çok
değerli bir insanla tanıştıracağım.
Yalan bir yıl koşar,
doğru onu bir anda geçer. Doğrularıyla, tüm yalanları ve yalancıları açık ara
geride bırakan, sanatçı kişiliğini hitabına, savunmalarına yansıtan,
dürüstlüğün anavatanı sayılan Tarlabaşı’nda yetişmiş, değerli Avukat Ali Rıza Dizdar,
her 5 Mayıs’ta rahmetle, sevgiyle andığımız Deniz Gezmiş’in ve birçok değerin
arkadaşı, büyük olayların en yakın tanığı… Kendisi anlatsın istedim, hiçbir
yeri de kesmedim, kesmek istemedim. Her cümle birbirinden değerli ve önemli… Bu
röportaj tabiri caizse bir roman, bir başyapıt, büyük bir hayat dersi… Eminim
okurken, herkes kendisine bir veya birden fazla ders çıkaracaktır,
çıkarmalıdır…
Sizi tanıyabilir mi
okurlarım?
1946 SENESİNDE, 6 Şubat’ta soğuk havada Esnaf Hastanesi’nde
doğmuşum. İşin tuhafı hayatımın en önemli yanları Esnaf Hastanesi’nin orada
geçti. Hukuk Fakültesi Esnaf Hastanesi’ne çok yakındı. İşin tuhaf tarafı, Esnaf
Hastanesi’nden aşağı doğru Saraçhane’ye inerken ilk Duvar Gazetesi ile Ağaç
Gazetesi ile de orada tanıştım. Yani hayatım oradan başlar…
Ben kapalı bir yerde, bir kapıcı odasında büyüdüm.
Karşımızda Lale Sineması vardı, İstiklal Caddesi’ndeki Madam ve Mösyöleri
görürdük. Çocukluk işte, 3-4 yaşına kadar oralardaydım, aşağıda Tarlabaşı’nda
ev alınana kadar. Herkes çok zarif giyinirdi. Beyler, hanımlar müthiş güzel
giyinirlerdi. O sıralarda hayatımda unutamadığım bir şey oldu. Büyük bir
kalabalık, sloganlar atıyorlar ve bir yürüyüş başladı. Daha çocukken, ilk
yürüyüşü gördüm. Korkulu korkulu bakıyordum. Meğerse Fevzi Çakmak’ın cenaze
töreni imiş.
Hayatım geçerken, bulunduğum apartman da Şerbetçiler ’in
apartmanı idi. E ben o zaman dünyanın en tatlı adamıyla tanıştım, abisiyle
Genco Erkal ile. Onun çantasıyla okula gittim. Önce Taksim İlkokulu’nda okudum
sonra babam nedense beni oradan aldı ve Şişli’deki Talat paşa İlkokulu’na
yazdırdı. Talat Paşa İlkokulu’na gidebilmek için de, önce Taksim’ e yürür,
tramvaya biner Bomonti’de inerdik. Şu anda küçük kızımın gitmiş olduğu Saint
Michel var burası meşhur şair Mehmet Yurdakul’un bulunduğu sokak derlerdi,
Mehmet Yurdakul’un Sokağı’nın yanından yürür, dipte Talat Paşa İlkokulu’na
giderdim. Talat Paşa İlkokulu’nda çok katı, çok sert fakat benim çok sevdiğim
Muazzez öğretmenim vardı. Beni korurdu hep çünkü gelen zengin çocukları hep
züppe olurlardı, alay ederlerdi. Hatta anılarımda yazdım; Ferit Şerbetçi
(ismini bile unutmam) sefer tasıma vurdu, sefer tasım devrilince ben de Ferit’in
suratına bir yumruk attım. Kamil diye bir arkadaşım bizi ayırdı. Sonra Kamil
meşhur biri oldu ama ne olduğunu şimdi unuttum (Feriköy’lü çok yakışıklı bir
çocuktu), Ferit’in kanı durmadı meğerse onun kanı durmazmış, öyle bir hastalığı
varmış. Kepçe kulaklı Orhan ise Ferit’in haksız olduğunu söylemişti. Kepçe
kulaklı Orhan da, Şerbetçi idi. Patronun yeğenine vurmuştum.
Eyvah!
“Tarlabaşılıyım” isimli
harika bir kitabınız var, tek solukta okuduğum… Bilmeyenler için soruyorum,
Tarlabaşı’lı olmak nasıl bir ayrıcalıktır?
Tarlabaşılı olmak delikanlı olmaktır. Tarlabaşı’nda p..t
olabilirsin, o…pu olabilirsin ama kalleş olamazsın, yalancı olamazsın. Kadın
vücudunu satmıştır, oraya düşürülmüştür ama o kadın kadındır. O kadını
kurtarmak isteyen de adam gibi adamdır. Bir Tarlabaşı’lı o kadını kurtarmak
ister. Kurtulacak kadın kurtulur, kurtulmayacak olan müptezel kadın var ise
zaten o bitmiştir, usanmıştır. Tarlabaşı’nın özündeki şey, “harbidir” insan…
Harbi olacaksın, delikanlı olacaksın, yamuk yapmayacaksın. Yani ben seni
tahliye edeceğim diye mangırları cebe indirmiyorum! (gülüyoruz)
Tarlabaşılılık’ta bu olmaz! Yalan söylenmez. Tarlabaşılı
yalan söylemez. Tarlabaşılı’nın yaşantısı kabadır, olabilir. Biz içiçe
öyleydik. Tarlabaşı’nda, sokağımızda kız ve erkek çocuklar beraber büyürüz.
Sarkmayız. Yani o kıza sarkmayız ama o kız bir manitasıyla geldiği zaman da
dikilir gözlerimiz, kulaklarımız yakalarız oğlanı bir yerde, sıkıştırır hallederiz.
Niye sıkıştırır hallederiz biliyor musun?
Niye?
“Ciddi mi değil mi” diye…
Bu konuda en büyük yaram Çiçek’tir… Arif onu kerhaneye
düşürmüş. Ben Arif’i dövmek zorundaydım. Çiçek ağladı, ben ağladım… Hepimiz
şaşırdık… Biz Arif’in onu kerhaneye düşürdüğünü aklımızın köşesinden
geçirmedik. Piç Arif’in bunu yaptığını hiç düşünmedik. Ama adamın adı piç,
yaptı işte…
Üzüldüm Çiçek
olayına… Tarlabaşı dürüstlüğün anavatanı gibiymiş…
Tarlabaşı’nda insanlar dürüst olmak zorundadır. Yalancı
olmamak zorundadır. Kaba olabilir. Bir şey daha var ki; biz ekmeğimiz
bölüşürüz… Sürü halinde sinemaya giderdik, sürü halinde Taksim Parkı’nda
yürürdük, sürü halinde i...leri kovalardık.
Zeki Müren’e saygımız sonsuzdu ama Halide Pişkin’ e
biterdik, İsmail Dümbüllü’ye biterdik… Onlar sokakta bizi severlerdi. Arif Sami
Toker cambazhaneye gelen meşhur bir şarkıcıydı, ona da biterdik. Genç Osman’ a
da biterdik… Zeki Müren’i annelerimiz bir türlü homoseksüel olarak kabul
etmezdi. O başka bir şeydi. İşte Tarlabaşı’lı olmak böyle bir şey…
Peki, Deniz Gezmiş’in
arkadaşı olmak, 12 Eylül olaylarına tanık olmak, idamlar vs. Neler yaşadınız,
neler gördünüz o yıllarda? Deniz Gezmiş nasıl biriydi?
Deniz benim küçüğümdü. 5 Mayıs geliyor… Deniz’in asıldığı
gün. (gözlerimiz doluyor) Rahmetli eşimin beni teskin ettiğini hatırlarım 5
Mayıslarda… O gün de beni teskin etmişti.
Deniz, çocuk ruhluydu. İkinci kitabımda bunu yazıyorum…
Deniz vatanseverdi. Ne Amerika ne Rusya
bağımsız Türkiye diye Dolmabahçe’den yukarıya koşardık. Deniz’i kıskanırdık.
Niye kıskanırdık? Bütün kızlar etrafında! Ne konuşur, ne yapar? Sabaha kadar
konuşurlar onlar da sıkılmazlardı. Biri gider, biri gelir, biri gider, biri
gelirdi… Deniz’i etrafı kız tarlası! Peki, bu kızlar bize niye gelmez?
(gülüyoruz). Hep Deniz’e giderler çünkü Deniz, çok hoş sohbet ve kızlara karşı
o kadar nazikti ki bizi maganda gibi görürlerdi, Deniz’i öyle görmezlerdi.
Yakışıklı mı? Yakışıklı. Esmer güzeli idi. Ben de yakışıklıyım ama bana niye
gelmez?
Bir de ondan ayrıldığım bir nokta oldu. Sonra beni geçti
ama. Bir gün bağırıyor “kavga, kavga, kavga” diye.
“Ne kavgası ulan, kavga etmek kim, siz kimsiniz!”.
“Sus Rıza!”
“Ne oldu lan?”
“Sus ulan, ajitasyon yapıyorum ben”
“Ajitasyon ne demek?”
Anlamını bilmiyor
muydunuz gerçekten?
Ben bilmem ki, ben Tarlabaşı’nda yetişmişim, kavgayı
biliyorum. Bu kavgayı bilmez… Sonra herif Filistin’e gitti. Kavganın kralını
öğrendi. Kendi sehpasına kendisi tekme attı. Kendi sehpasına kendisi tekme
atarken, hiç çekinmeden hakime de gerekeni söyledi. Sanki benim kaderim onunla
beraberdi. Ben de idamda bulundum! Kızım Lütfiye’nin annesi, rahmetli eşim Çiler
Hanım bana ilaç verdi (12 Eylül zamanı)…
Deniz Gezmiş ile
işgal günlerinde neler yaşadınız?
Deniz ile işgali kaldırmak için beraberdik, işgali
kaldıracağımız gün 2 tane olay oldu. Birincisi işgali kaldırma günü verdik,
ikincisi; yukarıda biz işgal konseyinde konuşmalar falan yaparken, Deniz
yukarıya hiç çıkmazdı. O, bahçede dolaşırdı. Habire Molotof patlatırdı. Sonra
Sulhi Dönmezer’ den haber geldi; “yapmasın, etmesin, oradaki antika silahları
yerine koysun” diye. Gittik hepsini yerine koyduk, O hala aşağıda “rap rup, rap
rup” örgütleme yapmış dolaşıyor bahçede. İşgali kaldıralım mı, kaldırmayalım mı
tartışması yaparken biz, geldi. Burası çok önemlidir;
Deniz’in söylediği çok önemli bir laf var. O sırada da atom
Rektörlüğü’ne gittik Şerif Egeli ile ben, Deniz, Mehdi, Özer, Sıddık Coşkun hep
beraber gittik. Deniz ile Sıddık Coşkun girdiler içeriye, biz de dışarıda
bekledik. Deniz geldi ve dedi ki; “Şerif Egeli ile anlaştık, yarın kaldıracağız
işgali”. Küt! Kürtler ayaklandı. Doğu gurubu vardı, Yurtsever Doğu gurubu,
onların çoğunu biz Kürt olarak bilmezdik. Kemal Bingöllü’yü hatırlarım çok aklı
başında birisiydi keza kendisi de işgal konseyi başkanı idi. Ayaklandı hepsi,
“biz gidiyoruz, işgal kalkmaz!” dediler.
Siz ne yaptınız?
Deniz, hiç unutmam masaya fırladı çıktı, dedi ki;
“olmaz arkadaşlar! Mahkeme kararı var. Biz mahkeme
kararlarına aykırı mı hareket edeceğiz, bizi aykırı mı düşüneceksiniz, biz
mahkeme kararlarının dışında mı düşüneceğiz? Mahkeme karar verdi işgalin
kalkması için, kanunlara saygı gösterelim” dedi. Kürt arkadaşlar, “bu bir
teslimiyettir” dediler ve basıp gittiler. Sabah da, sabah namazından evvel,
Beyazıt Camii’nde toplantı olduğu haberi geldi.
“Bize saldıracakmış dinciler “ dedi Deniz.
O zaman dinciler işte, Kanlı pazarı yapanlar, bugün de
Amerika’yı tutuyorlar aslında. İsmail Kahraman, önde gelenlerinden biridir onların,
çok iyi bilirim onu ben.
Deniz ile daha bir şey konuşmamıştık ki tekrar geldiler
Kürtler. Özür dilediler. “Terk etmek diye bir şey olur mu ya? Biz hata yaptık,
sizin fikrinizde değiliz ama burayı terk etmek çok yanlış” dediler. Ana binanın
sol yanında Sahaflar’ a bakan bölümde postahane vardır, orada toplandık. Tabii
camiye de insanlar doluyor, Deniz dedi ki “yahu kim girer camiye”… Dedim “ulan
ben namaz biliyorum”. Hemen üzerindeki (yakalandığı gün üzerinde olan boğazlı
kazağı çok severdi) kazağı çıkardı kısa kollu (onu da çok severdi) ekose,
oduncu gömleği ile kaldı. “Al bunu giy” dedi.
Girdim camiye, bir baktım karşımda Cihan Alptekin’in,
rahmetlinin söylediği Asım Mailmail orada oturuyor. Kanlı pazarın tertipçisi bu
kişi için Cihan Alptekin, “gel bunu dekana şikâyet edelim” demişti.
“Ulan Asım” dedim (küfür ederek) “bize mi saldıracaksınız!”
“Yok ya alakası yok,
biz sabah namazına geldik.”
Hâlbuki orada bir tükürükle boğarlar… Biz 100-150 kişiydik
camiye giderken. Neyse döndüm geriye, bir baktım Deniz. Elinde bir tane boru
(su borusu) yerdeki camlara vuruyor. Isınma hareketi yapıyor. Üşümüş, donmuşuz
sabah…
“Deniz, nerede millet?”
“Ya Rıza be, çocukların uykusu geldi, gönderdim”
“ulan tek başına sen
ne yapacaksın? “
“atlar gelirim”
Nitekim öyledir Deniz… Birinci sınıf amfisindeyken
ülkücülerin üzerine bir uçuşu vardı onun, o uçarak girerdi kavgaya…
Valiliğe doğru bir
yürüyüşünüzden bahsetmiştiniz…
Evet, Cağaloğlu’na valiliğe yürüyüş yaparken, Deniz geldi.
Özbağ pardösüleri vardı o zamanlarda, üzerinde Amerikan bayrağı olan pardösüler.
“Caart “diye o bayrağa iki tane çarpı koydu. Sonradan da Özbağ pardösülerinden
Amerikan Bayrağı kalktı. Sonra Türk Amerikan İş Bankası vardı, oraya da bir taş
attı Dolmabahçe’de iken.
Ben yurtta kalıyorum, o zamanlar Deniz 1’nci sınıfta iken,
ben 4’ncü sınıfa geçmiştim. Tabutla giderken, frukolar (o dönem toplum polisi
için kullanılan argo ifade ) bize saldırdı. Osman diye bir çocuğu döverlerken,
ben Osman’ı kurtardım, sonra dağıldık. Deniz’i arıyorum, Deniz piyasada yok.
Herkes dağıldı. Meğerse rektörlüğün önüne gitmiş. Ben de anlatıyorum yurdun
önünde millete o sırada, bu adamlar Amerikan uşağı, şöyledir, böyledir derken
bir çember sakallı geldi ve bir beysbol sopasıyla çaktı bana. Durum
“foşurt” …Hala izi vardır burada (kafasını işaret ediyor)… İsmail Kahraman’ın
gurubu!
Sonra ne oldu?
Sonra beni hastaneye götürdüler tabii, dispanser var orada,
morfin verecekler falan. “Dikin” dedim ama diğer taraftan da ; “ulan bak, sizi
perişan ederim! Sakın ha, bana çember sakallıların Bugün gazetesinden çıkıp da
vurduklarını söylemeyin, belirsiz deyin” dedim. Neyse bandı koyduk, geldik…
Rektör; “ooo hoş gelmiş Rıza gelmiş, gazi Rıza Paşa buraya gelmiş” dedi
gülerek…
Askerlik döneminiz de
olaylı olmuş...
“parola?”
Bu duygu durumu nasıl
bir şey?
“Atlılar atlılar kızıl atlılar,
Atları rüzgâr kanatlılar…
Uçtu gittiler, geride kalanlar var”…
Hiç bakmayacaksın bile
arkaya, gideceksin sen devrimin kavgasına. Biz sevgiyle büyüdük. 68 kuşağı
sevgidir… Oradaki temelimiz sevgiydi. Deniz ise bir Prometheus, bir Apolon, bir
Zeus değildi, bir Ares de değildi… Sevgiydi!
Kitap yazmaya nasıl
başladınız?
Arkadaşlarım dediler ki, “ Ali Rıza bak, hepimiz ölüyoruz.
Niye anılarımızı yazmıyorsun, yazsana anılarımızı?”
Ergenekon sırasında ben anılarımı yazmaya başlarken, Tuncay
Özkan,” Getirsene yazdıklarını bana” dedi (benim yazmam eski usuldür, ben
kalemle yazarım. Kalem olmadan yazamam).
Mesela ben savunmayı hazırlamam. Ben savunmayı beynimde
yazarım. Kaleme dökersem de tam dökerim ama beynindekileri oku dersen okumam
çünkü anlatmaya başladığım zaman… E gördün sen (gülüyoruz)
Tuncay Özkan aldı benden yazdıklarımı ve “ Ağa, sana bir şey
söyleyeyim mi? Sen konuşur gibi yazıyorsun, sen roman yaz. Bunları romana çevir,
yok mu bir kahraman” diye sordu.
“var” dedim… Eşkıya Kemal var…
Çok güzel bir
anlatım, harikaydı…(kitabı okuyan anlayacaktır)
İşte oradan başladım
yazıya. İçim yanıyor, onu da söyleyeyim. Çok eski bir arkadaşım, Kuvayı Milliye
ile ilgili olan yazılarımı redakte edecekti,
sarhoşluğu yüzünden kaybetti!
Eyvah! Gerçekten çok
üzücü. O kadar emek boşa mı gitti, kopyası yok muydu? Ne yaptınız?
Bir küstüm ki kendime, ona da bir şey demedim. “Canın sağ
olsun” dedim. Kopyası yoktu hayır. Aslı gitti maalesef. Onda bir bölümü
hatırlıyorum ve toparlamaya çalışırken onu şu anda yazdığım bu kitabın içine
soktum. Senin okuduğun kitaba… Hangi bölüm onu söyleyeyim; çaycı Ahmet’in dramı…
Ben radyoyu çok severim. Çok iyi bir radyo dinleyicisiyim.
Mesela, maçları radyodan dinlemek bana keyif verir çünkü radyo tiyatrosuyla
büyüdüm. Çehov’un hikâyelerini dinledim, Dostoyevski hikâyelerini dinledim.
Arkası yarınları hep radyodan dinledim. Bir nevi radyo koliğim. Arabadaki
82,1’den klasik müzik dinlerim mesela…
Ben, Çevre radyo’ da program yaptım. Bir taraftan
tutuklanıyorlar, bir taraftan ben avukatlıklarını yapıyorum. DHKPC’ nin radyosu
dediler. Dursun henüz ölmemişti. İşin tuhafı, ben Çevre Radyo’da program
yaparken, Gazi’deki faili meçhul cinayetlerin işlendiği gündü. İnsanları
taradılar. Bir dergâhı taradılar.
Uzun süre Çevre Radyo’da hukuk ve adalet üzerine program
yaparken, sorular gelirdi, canlı telefon bağlantılarımız olurdu. Gece 24’e
kadar radyodaydım.
Radyo kapatıldı
tabii, başka yerde neden devam etmediniz?
Zaman olmadı ki… Çevre Radyo’nun dışında da birisi bana
“gel” demediği sürece ben “gelirim” demem. Tarlabaşı huyu işte… Birisi bana
“gel” diyecek…
Uzun bir süre hayatımın en güzel günlerini iki yerde
geçirdim; 1’ncisi Beşiktaş Jr. Takımında futbolda, 2’ncisi Beyoğlu Spor ’da
geçirdim, Rumların arasında… Rumlar ’la Ermeni’lerin çatışmasını orada
öğrendim. Beyoğlu spor ’da uzun süre voleybol oynadım. Sonra kardeşimi
sakatladığımdan dolayı bıraktım. Bir günden bir güne kardeşim ağzını açıp da “benim kolumu
kırdın, spor hayatımı bitirdin” demedi ki biz anlaşamayız kardeşimle ama severiz
birbirimizi. Yeğenlerim özel severler beni.
Sporla hep iç içeydim, şanslıydım. Mesela Rıza Maksut
(Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil etmiştir), Beyoğlu Spor ‘da atletizm hocamız
oydu. Halter de yaptım, aşağı tarafta kumarhaneyi izlerdim, Metin Oktay ile de
arkadaşlık kurdum. Sonra, Metin Oktay’la başka işimiz oldu. Kendisi son derece
saygın bir beyefendi idi. Bir taraftan top oynardık.
“Benim babam Fenerbahçeli, sen Fenerlisin” derdim. Bana
sorarlardı, “sen hangi takımlısın diye. Fenerbahçeliyim derdim ama
Fenerbahçe’nin değil, Beşiktaş’ın maçlarına giderdim… Sarı lacivert renkleri
sevmem, siyah beyazı severim. Ulan dedim ben Fenerli değilim. (gülüyoruz)
Babamın patronu da Beşiktaş Divan Kurulu Başkanı’ydı. Ne
zaman Beşiktaş’ın ilk kongresine çıktım, yukarda ağladım. Bir hizmetkârın oğlu
olarak, Beşiktaş kongresini idare etmek hayatımın en büyük keyfiydi. “Babam
keşke yaşasaydı da görseydi” dedim. Ben o kongrede divana çıktım Başkan olarak…
Süleyman Seba’nın eline ben verdim
mazbatayı. Alâeddin Çakıcı gelmiş, yok kongreyi karıştırmış falan külliyen
yalan. Sonra senelerce kongre başkanlığı yaptım ama en büyük iltifat Süleyman ağabey’
den geldi bana. Çok zarif bir adamdı. “Bir gün beraber içmeye gidelim” dedi,
gittik. Ben onun başkanlığı terk etmemesi için konuşacağım. O sırada ne
olduysa, bugün benim evlilik yıldönümüm deyince, “arar mısın hanımını” dedi.
Eşime dedi ki; “hanımefendi, çok özür dilerim, çok ayıp ettim. Ben sizin
evlilik yıldönümünüzde nasıl bu arkadaşı buraya aldım, bu sizin gününüzdü beni
affeder misiniz” dedi. Sonra çiçek göndermiş hiç haberim yok… Çok beyefendi çok
başka bir adamdı.
Aramızda geçen şu diyaloğu hiç unutmam ;
“ulan, ne eleştirdin beni. Her yerde eleştirirsin beni ama
seni niye severim biliyor musun Rıza?"
“Hiç hakaret etmedin”
Hukukçu kimdir?
Bir hukukçu şudur; kimin söylediğini bilmediğim bir söz var
ki bunu hayatım boyunca hafızamda tutmuşumdur; AVUKAT DEMİRİ BÜKER! Bir de
Sulhi Dönmezer’in bir lafı vardır, senelerce ben muhalefet ettim Sulhi
Dönmezer’ e, işte TCK 141-142 sonra Türk Ceza Hukuku Derneği’nin kuruculuğunda
onunla beraber oldum. Beni gidene kadar sevdi, “sen bilir misin benim
Beşiktaşlı olduğumu, sen bilir misin Deniz ihtilali becerseydi ben adalet
bakanı olacaktım” dedi. Sistemli bir adamdır. Sulhi Dönmezer bir panelde bir
hocaya dedi ki; “bak Erol, sen saat tamir ediyorsun, Ali Rıza saat yapıyor!”
Hukukçu saat yapar…
Ben asistan olmak istiyordum. İki tane imtihana girdim,
2’nci ve 3’ncü sınıfta. O zaman bizde yazılı ve sözlüydü sınavlar. Bana bir
soru sordu Halit Kemal Erbil;
“sen ne olmak istiyorsun?
“Asistan olacağım”
“niye?”
“sen İngiliz hukukçuları gibisin. Sen ballister (yüksek ceza
avukatları) değil, solister (hukuk işleri yapanlar) olursun” dedi.
Bunu bana sorduğu bir soruya verdiğim cevaba istinaden
söyledi. Ben sorduğu soruyu kitaptan anlatmadım, kitap aklımda bile değildi, ne
bileyim ulan kitabı? (gülüyoruz)
Soru şu idi, “Haksız iktisap nedir, gabin nedir?
Anlattım; “Bakkala gidersin, bakkaldan 1 kilo un istersin,
bakkal sana 1 kilo 200 gram un verirse, sen o 200 gramı kendine almış olursun
bu bir haksız iktisaptır. 1 kilo şeker istersin, kaç para dersin, o da der ki 5
lira hâlbuki şeker 3 liradır, senden 2 lira fazla almıştır. Buna da gabin
denir” dedim.
Hukukçu bir sanatkârdır. Bir hukukçunun kıvrak bir zekası olacak.
Anında kavrayacak, kavrayamazsa hukukçu olamaz.
Adalet nedir sizce?
Oldukça net oldu bu
harika…
Gençlere
tavsiyeleriniz neler?
Çok çalışacaklar, okuyacaklar. Bilhassa, ben sevmemekle
beraber şunu yaptığımı gördüm; Matematiği iyi bilen bunu iyi becerir. Matematik
bilhassa burada lazım bir, iki, kitap okuyacaklar! Yenileşmeyi takip edecekler…
Para için değil, sanat için çalışacaklar. Eğer bir hukukçu, iyi bir hukukçu
olmak istiyorsa (benim eşimle kavgam budur, ben para almam sanatçıyım).
Otomobil tamir etmem, otomobil yaparım. Ben otomobilin ustasıyım kalfası
değilim. Kendimi satmam.
Hayatımda ilk defa birini bugün kırdım. Adamın biri geldi,
eski bir müvekkilimdi. Bana bir dosya getirdiler. Dedim ki “bu dosyaya bir
bakayım, vekâletname çıksın, fotokopi çekeyim, 5 milyar TL para isterim.”
“aaa olmadı” dediler.
“Ne olmadı?”
Şöyle kendi kendime baktım, demek ki beni ucuzcu avukat
biliyorlar. Suistimal ediyorlar. O an dayım aklıma geldi. Benim rahmetli dayım
greyder işçisiydi. İlk olarak da İncirlik üssünde çalıştı. O zamanın parasıyla
750 TL isterdi. Millet ise 250 TL’ ye çalışırdı. Ama dayım açlıktan öldü
biliyor musun? 750 TL’yi vermedikleri zaman iş yapmadı. Şimdi o safhaya geldi.
Bu işin ustasıyım, daha da ustalaşmak istiyorum ama bir şey katmak istiyorum. İnsanlara
bir şey vermek istiyorum. Nasıl yapacaksın bunu? Mesleği seveceksin… Para
kazanmak istiyorsan giyin, ha jigololuk yapmışsın, ha lafla insanları
dolandırmışsın. “Herkesi tahliye ediyorum” diyen adam, beni de aldatabilir. Ama
herkesi dolandıran bir adam Tarlabaşılı değildir. Çünkü Tarlabaşılı
dolandırmaz. Yalanı dolanı yoktur, yüzüne söyler.
Müvekkillerinizi neye
göre seçiyorsunuz?
Güzel soru… Irz düşmanlarıyla işim yok. Ensest ilişkiye
girenlerle kesinlikle işim olmaz.
Bu çok ciddi bir
sorun, özellikle de ülkemizde…
Ensest ilişkinin hukuksal boyutunu da inceledim. Türkiye’de
maalesef ciddi bir sorun. Röportaj olarak ilk defa söylüyorum bunu. Adil
yargılanma mefhumu, Anadolu’dan çıkmış. Ne eski Mısır’dan, ne İnka’dan, ne
Kızılderililerden ne Anglosaksonlardan, ne Fatih Sultan’ dan… Hepsinden evvel
adil yargılanma tabiri Hititlerden çıkmış. Başka bir şey daha var adil
yargılanmada, kız çocukları 2’nci plandadır ve ensest ilişki serbesttir.
Çelişkiye bak! Bazı bölgelerde hala o yaşantı günümüze kadar süregelmiştir.
Bunun cezası yeterli
mi peki?
Cezası yeterli değil ama ceza değil buradaki espri. Buradaki
espri, o kültürü ortadan yok etmen lazım önce. O kültür ortadan
kaldırılmadıkça, sen o bataklığı kurutmadığın müddetçe, o sivrisinekler yine
olacak. Düşünebiliyor musun? 30-35 sene ceza yiyorlar, 5 dakikalık zevki için!
Bunlar ruh hastası. Bir baba evladına bir şey duyabilir mi?
Baba olmak nasıl bir
duygu tarif eder misiniz?
Aaa, bak şimdi bir gün (ismini vermeyeceğim) bir sanatçı
geldi, davalarına bakıyorum. Bana demez mi eşiyle boşanma davası için “ya şu
nafakayı düşürsene” diye. “hadi lan, çocuğuna bakmayan baba olmaz” dedim. Ondan
sonra hep bir örnek veririm. Nazım Hikmet’in romanından bir örnek… Nazım Hikmet
bir roman yazmıştır, “kan konuşmaz”… O roman şunu anlatır; Evin beyefendisinin,
henüz Cumhuriyet ilan edilmeden evvel, evin hizmetkârının kızını iğfal eder,
günler geçer kızın karnı şişer. Sonra bakarlar ki kız hamile. Hemen kızı evden
atarlar. Kızı evden attıkları zaman çok yağmur yağar. Annesi bile kızına sahip
çıkamaz, hizmetkârdır. Kunduracı kör Cemal Efendi, kızı sokakta bulur,
“gel buraya kızım,
otur şu köşeye, kızım ben seninle nikâh yapacağım ama sen benim eşim
olmayacaksın”
Kızla nikâh yapar. Kız doğurur, çocuk okur, İstanbul’un en iyi
avukatlarından biri olur. Bir gün Cemal Efendi’ye Şişhane yokuşundan geçerken
bir araba çarpar. Cemal Efendi komadadır. Çarpan arabanın sahibi ise, çok
önemli bir tanınmış zengindir. Bunu tutuklamazlar, serbest bırakırlar. Çocuk
yazıhanesindeyken, sekreteri içeriye girer ve
“bir beyefendi geldi, sizinle görüşmek ister”
İçeriye buyur eder,
çocuk beyefendiyi tanır, “maruzatınız?”
“Bir teklifle geldim”
“Buyurun sizi dinliyorum”
“Neden?”
“Alın davanızı geriye, beni mahkûm ettirmeye mi
çalışıyorsunuz?”
“Adalet ne derse o olacak”
“ama siz bilmiyorsunuz ki…”
“neyi?”
“senin asıl baban benim”
“aaa! Öyle mi? Kan konuşmaz ki, benim babam Cemal!”
Benim babadan anladığım budur, daha fazla söze gerek var mı?
Kesinlikle yok…
Son bir mesaj alabilir
miyim okurlarım için?
Sevgisiz bir dünyada yaşanılmaz, sevgi bulunmaz, sevgi
yaratılır! Ben dün bir duruşmaya nasıl gittim biliyor musun? Lili Marleen ile
gittim… Çünkü Lili Marleen çaldığı zaman düşmanlar o sırada ateş etmiyorlar.
Lili Marleen sevgisinde buluşuyorlar…
Sevgi ve adalet ile
PINAR TOK