The Latest


Ülkemizin en köklü markalarından biri olan Çift Geyik Karaca'nın Genel Müdürü, değerli iş insanı Cihat Özbekli ile tekstil ve hazır giyim sektöründeki durumu ve markanın yeniliklerini konuştuğumuz, sadece iş değil hobilerin başarımız üzerindeki olumlu etkilerini değerlendirdiğimiz bir söyleşi daha sizlerle...

Tekstil ve hazır giyim sektöründeki durum nedir. Son dönemdeki enflasyonist ortamdan sektör nasıl etkileniyor?

Tekstil ve hazır giyim, son dönemdeki enflasyonu birçok sektörde olduğu gibi çok yakından hissediyor olmasının dışında ÜFE TÜFE parantezini en çok hisseden sektörlerden birisi çünkü biz müşterilerimizin önüne çıkardığımız ürünlerin aslında nelere mal olacağını 5-6 ay önceden gören bir sektörüz. Ham madde artışları, kur artışı, bununla birlikte Türkiye'de son iki senedir asgari ücretle dolayısıyla da paralelinde işçilik ücretlerine gelen yoğun zamlarla aslında çok dalgalı bir deniz gibi ve bir türlü durulmuyor. Şu an hem biz hem de müşterilerimiz yeni fiyatlara alışmaya çalışmaktan da vazgeçtik çünkü onlara alışınca onlarla bir gönül bağımız oluyor , alışmamakta fayda var. Çok hızlı, inanılmaz bir ralli var ama sektördeki genel durum kötü değil. Hala şuanda pazarda bir hareketlilik söz konusu fakat  fiyat stabilizasyonu adına çok zor bir dönemden geçiyoruz.

Pandemiden sonra hepimiz internet üzerinden alışveriş yapmaya alıştık. Bu konuda neler düşünüyorsunuz. Markalar nasıl etkilendi bundan?

İnternet alışverişi konusunda ben pandeminin başında da aynı şeyi söylemiştim, şimdi de aynı şeyi söylemeye devam ediyorum. İnsanoğlunun sosyal varlık olması gerekliliği ve bundan vazgeçemeyeceği konusunda net bir görüşüm var. Evet pandemiyle birlikte online alışverişteki pay arttı, zaten artacaktı o tarafta bir boşluk vardı. Herkesin iddia ettiği gibi, "bundan sonra herkes her şeyini online alır, artık offline mağazacılık biter gibi" konulara ben o gün de katılmıyordum, bugün de haklı olduğum ortaya çıktı. İnsanlar pandemi çıkışıyla birlikte tekrar mağazalara hücum ettiler ve offline pazar çok hareketlendi. 

Doğal olarak insanız biz, birbirimize bir şekilde bir şey satacaksak bile; görmek, dokunmak ,bakmak, o mimiğini hissetmek duygusunu geçirmek istiyoruz. Bu arada online pazarda halen bir boşluk var bence. O boşluğun dolması demek, offline'ın yok olması demek değil ama yine de marka oluyorsanız, duygularınız varsa, müşteriyle yüz yüze olmak, onların dokunabildiği, girip çıkabildiği mağazalarda olmak çok önemli diye düşünüyorum.

Markanızın sosyal sorumluluk konusuna bakışı?

Markamızın sosyal sorumluluğa bakışı aslında çok kökenine dayanan bir hikayesi var bunun. Bizim markamız 1917'de Cumhuriyetten önce kurulmuş dolayısıyla milletiyle derin hukuku olan bir marka. Özellikle de bizim gibi markaların millete karşı sorumlulukları olduğuna gerçekten yürekten inanıyorum dolayısıyla şöyle düşünüyorum; biz bireyler olarak networkümüzde bin kişi olabilir, iki bin kişi olabilir, çok iyi networklerde beş bin kişi olabilir...Markanın milyonlara ulaşan networkleri var, bizim markamızın sadece önünden geçen insanlar senede on milyon, yirmi milyon kişi dolayısıyla biz bunun hakkını vermeye çalışıyoruz ve yapmak istediğimiz şey insanlarımıza iyi şeyleri hatırlatmak, kötü şeylerden uzak durmayı yeniden ifade etmek çünkü çok yorulduk gerçekten toplum olarak da. İnsanlara selam vermeyi, "merhaba" demeyi "günaydın" demeyi, "eline sağlık" demeyi, birbirimize sarılmayı, iyiliğin çok önemli bir kıymet olduğunu, bir erdem olduğunu hatırlatıcı ciddi sosyal sorumluluk projeleri yapıyoruz ve bunu sürekli kılmayı planlıyoruz ve bunu yaparken de gerçekten bir ticari amaç gütmüyoruz. Bize verilen görevin, pozisyonun hakkını vermeye çalışıyoruz hepsi bu.

Markanızdaki yenilikler?

Markamızdaki yenilikler konusunda heyecanlıyız, bunu sohbetlerimizde konuşmuştuk sizinle. Şuanda Karaca olarak hem kadın tarafında hem de home tarafında iki ayrı projeyi hayata geçirmek üzereyiz. Çok uzun zamandır üzerinde çalışıyoruz. Kadın koleksiyonumuz muhtemelen 2023'ün temmuz ayında, home koleksiyonumuz da 2023'ün haziran ayında ilk mağazalarıyla müşterilerinin karşısında olacaklar. Hızlı bir girişe hazırlanıyoruz. Umarım müşterilerimiz de buna teveccüh gösterecektir.

Kadın koleksiyonu fikri nasıl oluştu?

Kadın koleksiyonu fikri aslında bizim çok geç kaldığımız bir konu çünkü Karaca kökenlerinde dominant bir kadın markası. Sonrasında bizden önceki yönetimin özellikle dümeni çevirdiği ve neredeyse komple erkeğe döndüğü bir tarihi var ama zaten kadın ağırlıklı, kadının çok iyi bildiği, Türk kadınının çok iyi tanıdığı bir marka Karaca. Biz bir moda perakendesi işi yapıyoruz ve aslında bizim büyüme hedefimiz mitoz bölünerek büyüme yani Karaca katma değerli ve prestijli bir marka dolayısıyla açabileceği mağaza sayısı sınırlı. Şuanda bizim Türkiye genelinde 70 mağazamız var bunu 80-85'in üzerine çıkarma ihtimalimiz yok zaten bizim mağazamıza hizmet edecek o kadar nokta yok Türkiye'de. Dolayısıyla mitoz bölünerek 80-85 erkek mağazası ardından bir bu kadar da kadın mağazası ve home mağazası diye bir büyüme planımız var. Yaptığımız ve bildiğimiz bir iş, perakendeyi ve modayı iyi biliyoruz. Kadını da öğrenmeye çalışacağız en kısa zamanda. Eminim kadınlar çok kısa zamanda bize kendilerini öğretecekler. Heyecanlıyız, çok heyecanlıyız...

Başarılı bir iş insanı olmanızın yanında bir de hobinizden yani şiir okuma sevdanızdan bahsedelim istiyorum. Biliyorum ki birçok takipçiniz var ve oldukça başarılı giden de bir youtube kanalınız var. Nasıl başladı bu merakınız?



Bunu sizinle olan bireysel sohbetlerimizde konuşmuştuk, burada bir kere daha tekrar edeyim; 

Bence özellikle bizim gibi pozisyondaki insanların mutlaka bir hobisi olmalı, becerebilirlerse iki hobisi olmalı. Hayata tutunabilmek için, sağlıklı kalabilmek için, sağlıklı düşünebilmek için ve işinde, kariyerinde verimli olabilmek için mutlaka ihtiyaç var. 

Şiir okumak, benim için balık tutmak gibi, jogginge gitmek gibi, spor yapmak gibi gerçekten çok değerli bir hobi. Şiir ve edebiyatı çok seviyorum. "Şiir söylemek" derler mesela, şiir söylemeyi şarkı söylemek gibi çok dinlendirici buluyorum fena da söylemediğimi düşünüyorum. Dolayısıyla iyi yapmaya çalıştığım bir iş olarak gördüğüm için yapıyorum ki zaten felsefem gereği, yapamadığım, kötü yaptığım bir şeyi sürdürmem hiçbir yerde, hobi bile olsa sürdürmem. Maalesef böyle bir huyum var, eğer bir şey yapıyorsam olabildiğince iyisini yapmak zorundayım. Çok büyük keyif alıyorum. Edebiyat çok naif çok nazik bir şey zaten. Şiir de onun çok kıymetli bir süsü. Dolayısıyla keyfimiz yerinde...

Zaman yönetimindeki ustalığınızı bilen biri olarak sormak istiyorum, iş dışında hobilere de zaman ayırmanın formülü nedir?

İş dışındaki hobilere zaman ayırabilmek için bunu gerçekten istemek lazım. Çok istemek lazım çünkü hepimiz şunu kabul edelim, insanlar birçok şeye zaman ayırabiliyor. Yani örneğin çok yoğun olsak bile bir akşam zaman ayırabildiğimiz bir iş yemeği ya da zaman ayırabildiğimiz 2-3 günlük seyahatler ya da gerçekten çok da mühim olmayan bir toplantı gibi aslında zaman ayırmasak da olan birçok şeye zaman ayırdığımız anlar mutlaka oluyor. Eğer "ben bunu yapmak zorundayım, benim hayatım için, sağlığım için, mutluluğum için bu lazım" diye kararlıysanız mutlaka zaman bulursunuz. Bir de günümüzün bizim zamanımızı çok hızlı tüketen diğer canavarlarından olabildiğince kaçabilmek lazım. Yani sosyal medya tarafındaki aşırılıklar, televizyonlar, dijital platformlar...Bu taraflardaki aşırılıklar gibi işlerden kaçmayı becerirsek mutlaka iyi şeylere zaman bulabileceğimizi düşünüyorum ben.


Gençlere tavsiyeleriniz?

Gençlere tavsiyem; birincisi, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, yüzüncüsü ve beş yüzüncüsü kitap okumaları bir kere her şeyden önce.. Maalesef yeni dönem gençlik, bir önceki sorunuzu cevaplarken söylediğim gibi dış dünya canavarlarıyla çok içli dışlı. Sürekli bir sosyal medya tarafında ya da dizi, film seyretme, 15 bölümlük bir diziyi iki günde bitirme yarışları yapan bir gençlikle karşı karşıyayız.

Ciddi anlamda kitap okusunlar, bu çok önemli bir konu. İnsanların entelektüel olabilmesi için, bir şeyler bilebilmesi, yarın öbür gün hayata katkı verebilmesi için çok önemli. Onun dışında da, bu bana ait değil zaten çok popüler oldu, herkes konuştu; İlber hocanın seyahat tavsiyesi vardı, buna yüzde yüz katılıyorum. Bunun için her türlü ekonomi ayrılabilir. İlla çok büyük paralara ihtiyaç yok. Mutlaka görmek lazım, ülkemizin en önemli sorunu bu. Daha fazla gören, daha fazla görgü sahibi bir nesle ihtiyacımız var. Ben bu ikisiyle bu bahsi kapatayım vesselam.

Bireylerin kendilerini ve sınırlarını keşfetmesine katkı sağlayan, rutin hayatın stresini azaltan, günlük motivasyonu arttıran hobiler iş yaşantımızdaki başarımız için de oldukça önemli. 

Sevdiğiniz 3 hobi bulun; biri para kazanmak için, biri sizi zinde tutmak için ve biri de yaratıcı olmak için...

SAĞLIKLA KALIN,

PINAR TOK


 



Değerli dostum, hepimizin en sevdiği doktorlardan biri olan sevgili Murat Topoğlu ile geçenlerde instagram hesabım olan pinarla_hayatin_renkleri üzerinden gerçekleştirdiğimiz keyifli ve sağlık dolu canlı söyleşimizi kaçıranlar için yazıya döktüm. Sizlerden gelen yoğun soruların özetini kendisine sorarak, cevapları sizlerle buluşturdum. Hepinize keyifli ve sağlıklı günler dileğiyle...

Kendisi gibi ekibinin de güler yüzlü ve pozitif enerjili oluşuyla birleşen enerjim söyleşimize harika bir renk kattı. Misafirperverlikleri için sonsuz teşekkürler diyerek bana yolladığınız soruların ilkini yöneltiyorum;

Sevgili Murat spor yapmadan sadece diyetle zayıflanır mı?

Spor yapmadan zayıflanır evet, mesela benim 50-60 yaş üzeri birçok hastam var. Hepsinin kalp rahatsızlıkları, aynı zamanda diz kapaklarında kireçlenme, bellerinde fıtıkları var. Onlar gerçekten de spor yapmaya uygun insanlar değiller. 

Belli bir kalori kısıtlamasıyla hepsi güzelce kilo verdi. Tabi ki üzerine spor yapıyor olsalardı daha hızlı ve seri kilo verirlerdi ama herkesin bir yaradılışı var, bir sosyal hayatı var. Buna göre değişiyor durumlar. Ayrıca spor sevmeyen birine "sen asla kilo veremezsin" diye bir şey asla söyleyemeyiz. Üşengeçlikse mesele, o ayrı tabii (gülüyoruz)

Su içsem yarıyor diyenler çok fazla hocam, bununla ilgili yorumlarınızı alalım mı?

Baklava üzerine su içenleri kastediyorsan o başka. Baklavanın , çöreğin, böreğin üzerine su içiyorlarsa su tabi ki yarar! Su çok önemli çünkü % 70' imiz su. Hastalarıma şunu söylüyorum; sabahki idrar rengi hariç, gün içindeki idrarınızın rengi su rengiyse hızlı kilo veriyorsunuz demektir, koyu ise kilo vermiyorsunuz demektir. Bu sebeple, günde 2,5-3 litre su tüketmemiz gereklidir.

Regli dönemi öncesi bel tutulması yaşayan bir hanım der ki, "regli öncesi iki kat daha fazla giyinip geziyorum, regli olunca geçiyor. Regli dönemim dışında belimde tutulma olmuyor. Doktorum, fizyoterapist ve/veya aletli pilates önerdi, önce hangisine gitmeliyim? " 

Pilatesin ağrılar üzerinde oldukça olumlu bir  tedavi edici etkisi vardır ama normalde bazı kadınlarda regli sancıları ve ağrılar yoğun olarak görülebiliyor. Bu tarz durumlarda, öncelikle mutlaka kadın doğum uzmanına gidilmeli.

"Tatlı isteğimi bir türlü bastıramıyorum " diye yakınan takipçilerimize neler söyleyebilirsiniz?

Ekmeğin üzerine sürüp sürüp yiyorsunuz yani olacak şey değil (gülüyoruz). 

Bazı hastalarım var, sabah kalktıklarında gece kaşıklayarak yedikleri çikolataların boş kavonozlarına bakıp bakıp pişman olduklarını anlatıyorlar. Tabi ki çikolata yenir ama biz abartıyoruz. Hergün küçük bir parça yenen bitter çikolatanın bir zararı olmaz, kilo vermeye yine devam edersiniz ama siz televizyondaki dizileri izlerken kaşık kaşık yerseniz bu iş olmaz.

Tatlı ihtiyacınız varsa ben en çok medine hurmasını tavsiye ediyorum. Medine hurmasını alın, leblebiyi de alın beraber tüketin. Ağızda baklava gibi bir tat bırakıyor birlikte tüketince. Mesela gece acıktınız diyelim ve buzdolabını açtınız. Oradan güzel bir süzme yoğurt alın, bir dilim ekmeğin üzerine sürün, bir de pul biber ve sumak serpin, afiyetle yiyin. Doyuyorsunuz zaten bu şekilde.

Herhangi bir sağlık sorunu yoksa kilo verememenin sebepleri nelerdir?

Kilo verememek gibi bir şeye ben asla inanmıyorum. Neden inanmıyorum çünkü insanlar yedikleri şeylerin kalori hesabını yapmıyorlar. Kilo vermenin iki yöntemi var;

1) Yediklerinizi azaltacaksınız

2) Bu fıstık kız gibi pilates yapacaksınız ( teşekkür ediyorum :) ). Yani harcayacaksınız kalorileri.

Bunun haricinde bir takım çaylar, karışımlar size yardımcı olup metabolizmanızı hızlandırabilir ama boğazınızı tutmazsanız zayıflayamazsınız.

Tiroit problemleriniz varsa yani tiroitleriniz  az çalışıyorsa, polikistik over dediğimiz yumurtalıkta testesteron üreten kistleriniz varsa bunlar kilo vermenizi yavaşlatır. İnsanlar hep insülin direncinin arkasına sığınıyorlar;

"Murat Beycim bende insülin direnci var, kilo veremiyorum" diyenler oluyor. Yahu mübarek, sen kilolu olduğun için var o insülin direnci zaten diyorum. Kilo verince insülin direnci diye bir şey kalmıyor.

Burada bir parantez açalım mı hocam, check-up yaptırma konusunda oldukça hassasım ve tüm çevreme de her zaman hatırlatmaya çalışırım. Özellikle kadınlar her sene mamografi ve genel check-up 'larını mutlaka yaptırsınlar diyorum.

Kesinlikle katılıyorum Pınarcım, kadınlarda maalesef özellikle iki kanser türü yaygın görülebiliyor. Bir tanesi meme kanseri ikincisi de rahim ağzı kanseri. 

Buna istinaden tabii ki belli bir yaştan sonra, benim gibi 61 yaşında olunca da ( sözünü keserek hiç göstermediğini ekliyorum :) ) her 5 senede bir kez gastroskopi ve kolonoskopi  dediğimiz testleri, bağırsak ve mide kanserlerinin erken tanısı için yaptırmak gerekiyor.

Bu soruyu kendi adıma sormayacağım çünkü çok iyi biliyorum sizden aldığım vitaminleri hocam. Evet arkadaşlar Naturbes vitamini sabah, Omegayı ise akşamları alıyorum ve oldukça memnunum.

Kesinlikle yararlı, eczanelerden bulabilirler.

Hocam, bununla ilgili gelen soru şöyle; "Vitaminleri neye göre seçeceğiz, bunun için test yaptırmak şart mıdır, doktor tavsiyesi olmadan kullanılan viteminler ne gibi sonuçlara yol açabilir?

Çok güzel bir soru bu. Şu anda covid sebebiyle kısıtlamalarımız çok fazla olduğu ve elimizden geldiğince dışarı çıkmamaya çalıştığımız için, D vitaminimiz çok düşük çıkabiliyor. Şuanda Türkiye'de bir analiz yapsak, %90' a yakın kişinin D vitamini düşük çıkar. D vitamini eksikliği, bağışıklık sisteminin çökmesine neden olabilir. D vitamini düşükse, sadece multivitamin ve multimineral dediğimiz şeyler yeterli olmayabilir. Mesela demir ve /veya B12 düşükse kansızlık başlar. Gözleriniz kararmaya başlar ve kendiniz çok yorgun hissedersiniz. Saçlarınız dökülmeye başlar. Bu tarz spesifik vitaminleri ekstradan almak için test yaptırmak gereklidir. Bunların dışında, kışın ben sağlıklı kalayım zinde olayım derseniz, Naturbes'in vitamin ve omegası yeterli oluyor. 

Migren çok sorulmuş, buna çözüm var mıdır?

Migren benim ana branşım. Migren maalesef genellikle kadınlarda ortaya çıkıyor. Arada bulantısı ve kusması da oluşabilen, zonk zonk ağrıyan ataklar oluyor. Haftada iki gün olanı da var, ayda bir kez olanı da. Enseden göze ya da yarım baş şeklinde ağrılar oluşabiliyor. Değişik tipleri var. Akupunktur ile şuanda binin üzerinde migren tedavisi yapmışımdır. Oldukça etkili bir yöntemdir akupunktur. 6-12 ay boyunca haftada 3-4 gün  30dakikalık seanslarla toplamda 10 seansta olumlu sonuç alıyorlar hastalarım. Başarı oranımız %80'dir, oldukça yüksek bir oran bu.

Psikolojimiz yeme düzenimizi nasıl etkiler, duygularımızın hastalıklar üzerindeki etkileri nelerdir?

Çok doğru. Psikolojik sorunlar, insanların yeme düzenlerini mahvedebiliyor. Erkek ya da kadın olsun, kilo almaya meyilli kişiler, duygusal olarak bir çöküşteyse; örneğin eşleri ile çocukları ile aralarında herhangi bir problem olursa buzdolabı ile arkadaş oluyorlar. Özellikle erkekler, genelde iş gezileri olunca sürekli insanlarla toplantılarda kontrolsüzce yemek yiyebiliyorlar. Kadınlarda duygusal açlık maalesef çok fazla gelişiyor. Çikolata yediğiniz zaman seratonin yani mutluluk hormonu artıyor ama vücut mutlu olmuyor çünkü şişiyor ve kilo alıyorsunuz. Kilo alınca da bu sefer sabah banyo yaparken, ayakkabınızın bağcıklarını bağlarken bile zorlanıyorsunuz. 

Arkadaşlarınızdan bazıları size " ay sen kilo mu aldın bu aralar" diyebiliyorlar.

"Yapmayın böyle şeyler arkadaşlar, olumlu yorumlar yapın" diye lafa giriyorum

Kesinlikle yapmayın arkadaşlar. Mesela kadıncağız kilo vermeye çalışıyor ve kilo vermeye başlıyor. 7 kilo verdi diyelim, fark edilmeye başlandı ya, hemen etrafındakiler başlıyorlar; "A aaaa Ayşe kız, seni tanıyamadım vallahi, ay ne kadar incelmişsin. Vallahi çok hoş görünüyorsun " diyor ama arkasından şu geliyor; "Ayşe vallahi yeter kız, çöktün sen, gözlerinin altları kırıştı valla. Kanser olacaksın!" diye yanlış konuşabiliyorlar. Bunlar çok yanlış şeyler. Sırf bu yüzden tedavisini bırakanlar olabiliyor. Tedaviyi asla bırakmayın!

Kadın kadını neden çekemiyor? Bunu anlamış değilim yani...

Hemen araya giriyorum ve tam da bu konuyla ilgili yaptığım instagram paylaşımdan yola çıkarak hatırlatıyorum. Kadın kadının kurdu olmamalı, destekçisi olmalı arkadaşlar!

Kesinlikle Pınarcım. Yahu bu bir hastalık, insanların hastalığı ile dalga mı geçilir! Kilo da hastalık, kanser de hastalık. Eğer birisi size zayıflamaya çalışırken " ay çöktün, çok zayıfladın" diyorsa benim kartımı ver ve bana yolla (gülüyoruz).

Günlük beslenmemiz nasıl olmalı, et yiyemiyorsak yerine ne tüketebiliriz?

İkinci sorudan başlayayım, et yiyemiyorsanız kuru fasulye, barbunya, nohut tüketebilirsiniz. Bunların protein oranları çok fazladır. Özellikle soya fasulyesinde %30 yani neredeyse ete yakın bir protein oranı bu. Mantar, yine çok güzel bir protein kaynağıdır. 

Mesela veganlar bu şekilde proteinlerini alıyorlar. Bir de vejetaryenler var. Onlar yumurta yerler, veganlar yemezler.

Hocam çok karışık onların durumları, birisi yumurta yiyor birisi et yemiyor. Siz ortasını söyler misiniz ?

Ayne öyle karıştı ortalık. Başta saydıklarımı  yerseniz gayet güzel proteininizi almış olursunuz.

İlk soruya gelecek olursak; günlük beslenme şekli gayet basit. Özellikle mavi tabaklarda yemek yerseniz, iştahınız kapanır ve daha az yersiniz. Tabağın yarısında sebze, diğer yarısında ızgara tavuk veya balık, kalan kısmında da salata olursa bu doğru bir öğün ve sağlıklı bir beslenme şekli olur. 

Sabah kahvaltıda mutlaka bir dilim ekmek, peynir, domates, zeytin, haşlanmış yumurta tüketin. Öğlen öğünlerini ise kilonuz fazlaysa; salata-yoğurt, salata-çorba ile geçiştirebilirsiniz. Akşamında da söylediğim şekilde bir tabak hazırlayarak hafif beslenebilirsiniz.

Omeganın sağlığımız üzerindeki etkileri nelerdir?

Çok olumlu etkileri var. Mesela balık yiyemiyorsanız, balık yağını mutlaka kullanmak lazım. Balık yağının içerisinde birçok faydalı şey var. Naturbes Omegada, 3,5 ,6,7,9 var bir de morino balığının karaciğerinin yağı var , bu yağın içerisinde de omega 11 var (gadeolik asit). Yani omega 3 dediğimiz balık yağı ile morino balığının karaciğerindeki omega 11'i aynı anda içeren kapsülü beraber aldığınızda kolesterolü daha hızlı indiriyorsunuz. Bunlar hakkında yapılmış ve kanıtlanmış bilimsel çalışmalara istinaden özellikle öneriyorum. Omega 6 fındık fıstığın içerisinde de var ama bu kapsilde olan omega 6 hodan bitkisinin yağıdır. Hodan, Türkiye'de de var. Yemeğini yaparlar bunun. İçerisinde bulunan gamma linolenik asit, romatizmal ağrıları azaltan özelliğe sahiptir. Dolayısıyla, sabah akşam aldığınız zaman 3 ay içerisinde olumlu etkisini görmeniz kaçınılmazdır. 

İsveç'ten Sevil Hanım'dan gelen bir sorumuz da şöyle hocam, kendisi sizi  tv programlarına çıktığınızda  2 saat fark sebebiyle izleyemiyormuş. Der ki, ensemden omurgama kadar çatırtılar, sesler var. Her hareket ettiğimde bu sesler oluyor. Ne yapabilirim?

İsveç'e Sevil Hanım'a sevgiler. Çatırtılar, sesler varsa, kireçlenmeye bağlı gelişebilir bunlar. Yaşla da doğru orantıdadır. Belli bir yaştan sonra, bütün eklemlerden ses gelebilir. Bazıları el parmaklarını çıtlatabiliyor, bunu yapmalarını doğru bulmuyorum. Kişinin aktif bir romatizması var mı diye belli kan testleri gereklidir. MR dediğimiz filimler çekilmelidir. Önce, iltihaplı mı iltihapsız mı romatizması var, enfeksiyona bağlı mı değil mi, bunlara bakılması lazım. Eğer bunlara bağlı değilse ve belli bir yaş üzerinde olan kişiden bu sesler geliyorsa o zaman kıkırdakların eskimiş olduğunu ve kemiklerin birbirine sürtmesinden dolayı bu seslerin geldiğini düşünebiliriz.

Bunun çözümü nedir?

Murat hoca "PİLATEEEEESSSS " der demez sevinerek tekrarlıyorum pilates en sevdiğim spor olduğu için:)

Doğal beslenmek yani organik ürünleri tercih etmek Türkiye'de oldukça pahalı. Bunlara alternatif en sağlıklı nasıl beslenebiliriz?

Aslında tüm dünyada hava yani iklim çok büyük  bir değişime uğradı. Ozonu kaybettik, oksijeni kaybettik, karbondioksit salgılama çok fazla. Sonuçta siz bitki yetiştirecekseniz bile, hem kötü havadan hem de sentetik ilaçlamalarla toprağa müdehale edilmesinden dolayı zaten bozuldu her şey. Ne kadar doğal olduğu tartışılır bu şartlarda ama köy pazarlarından alışveriş yapmak mantıklı olabilir. Ben de, bana yurdumuzun dört bir yanından gelen hastalarımın aracılığı sayesinde, alışverişimi oralardan yapabiliyorum. Dolayısıyla herkese köy pazarlarını tavsiye ediyorum. 

Son sözleri size bırakmak istiyorum hocam, tavsiyelerinizi mesajlarınızı dinliyoruz...

Sevgili arkadaşlarım, sevgili dostlarım, Pınar Hanım'la dostluğumuz neredeyse 10 seneyi buldu, kendisi çizgisini otoritesini hiç kaybetmedi. Türkiye'nin ileride gerçekten konuşacağı güzel blog yazıları ve kitapları yazacak şimdi olduğu gibi. On senedir de gerçekten hiç kilo almadı (gülüyoruz ben teşekkür ederken), böyle de şanslı vücutlar oluyor tabii.

Kilo vermek herkes için mümkün. Mevlana'nın dediği gibi; "Bin kere tövbe etsen de yine gel"...Siz de bin kere diyete başlayıp bıraktıysanız yine de pes etmeyin ve devam edin kilo vermeye. Bunu isteyen herkesin başaracağına inanıyorum. 37 senedir bu meslekteyim, 38 bin tane obezite vakasıyla karşılaşmış bir hekimim. 7 yaşından 88 yaşına kadar her yaşta hastam mevcut. Herkes kilo verebilir, herkesin sağlıklı yaşaması gerekir. Şunu lütfen unutmayalım; 1 kilo fazlamız, diz kapaklarımıza 20 kilo olarak yansıyor.

Bu harika soru ve cevaplar için hem takipçilerimize hem de değerli dostum Dr. Murat Topoğlu'na teşekkür ediyor, hepinize sağlıkla, mutlulukla dolu uzun bir yaşam diliyorum.

Sevgiyle;

Pınar TOK








Sevgi olmadan denge olmaz, denge olmadan sevgi olmaz.Evrenle uyum içinde, sevinç, sevgi ve bolluk dolu yaşamanın formülleri herkese göre değişse de bilimin izinden giderek, sporun dışında içsel ve bedensel mutluluğa adım atabilmemizi sağlayan yegane seçeneklerden biri de yoga.

Bu konuyla alakalı binlerce kaynak ve ömrünü bu konuya adamış olanlar var. Herkesin ayrı bir tarzı ayrı bir enerjisi var biliyorum. Öğrencisi olduğum ve deneyimlerimden ötürü tüm kalbimle ondaki, değerli Merih Kenet' teki "herkeste olmayan" ışığı ve aktarımı senin de tecrübe etmeni ve bu röportajın hayatına ışık olması dileğiyle başlıyorum.

Sevgili Merih, yogayı senin yorumunla aktarır mısın bize?

30 yıl evvel yogaya başladığımda her dersten sonra iyi hissediş halleri içindeydim. İki yıl kadar içimde bedenimde zihnimde neler olduğu hakkında bir fikrim olmadı daha sonralarda yoga yapmanın bütüne yansıyan iyilik halinin adını iyileşme ve şifa olarak tanımladım.

Yoga bana göre terapötik bir çalışma yani yoganın insanı kendini iyileştirmesine büyük destek olduğunu düşünüyorum. Yıllar boyu olan tecrübelerimden dolayı bütünsel olarak bakıyorum yogaya.Hem fiziksel bedenimize, kas-iskelet sistemimiz, nefes çalışmaları, meditasyonla hem de psikolojimize iyi gelen bir tarafı var.Dokular, hormonlar ve en önemlisi sinir sistemi üzerinde bir etkisi var.Bütün bunlar birleştiği vakit, aslında yoga yapan kişi kendi şifasını gerçekleştirmiş oluyor.Bu bütünsel bağlamda baktığında beni şifalandırdı ve onun için de çok sevdalandım aslında. 

Nasıl başladı bu yolculuk?

O yıllarda öğretmen öğrenci ilişkileri farklıydı. Bizim dönem çekingendi. Hocamın enerjisi otoriter disiplin doluydu. Bunun yanın da yoga yı o kadar güzel güzel aktardı ve içimdeki ateşi öyle yaktı ki o yılda başladı yoga sevdam.

Bizler öyle bir gelenekten geldik ve ben bundan hiçbir zaman şikayetçi olmadım. Benim eğitmenlerimle biz arkadaş gibiyiz, bu da çok güzel ama o zamanların da çok yararını gördüm Pınar'cım.

Aslında hepimizin özlemini duyduğu duygular değil mi?

Kesinlikle o öz disiplin çok çok önemli. Mesela bana yıllar sonra geldi hocam, stüdyoya girdi ve "ne diye bu diplomaları böyle asmışsın duvara " dedi. Benimkiler dedi hepsi sandıkta durur, diplomayla değil dedi ve elini kalbinin üzerine koyarak "buradan, buradan" dedi...

Yoganın  bu anlayışının ötesinde, sonra benim de derslerim çok evrildi ve değişti. Daha iyileşmeye yönelik kısma, somatik kısma, insan psikolojisiyle ilgili olan kısma, hastalıklara iyi gelen kısma çok sevdalandım.

Hastalıklar kısmı çok önemli bir nokta sevgili Merih, burayı biraz daha açalım mı? Sen yıllar önce kötü bir tecrübe geçirdiğinden ama hastalığı yenmeyi ve pozitifte kalmayı başardığından bahsetmiştin önceki sohbetlerimizde. Ben de rahmetli anneciğime konan kanser teşhisiyle birlikte hastanelerde geçen 3 yılıma istinaden bu konularda oldukça hassasım herkes gibi. Yoganın hastalıklara olan olumlu etkisi nedir?

Evet, kanser olduğumu öğrendiğimde ben tıbbın her zaman yanında oldum. Bilim ve ilim yolumuz bizim. Ondan ben asla vazgeçmedim. Şualarımı (ışın tedavisi) da aldım 35 kür, yogamı da yaptım aynı süreçte. İkisi birbirini destekledi hatta doktorum gittiğimde diyordu ki; "ne yapıyorsan yoluna aynen devam et". Sonra gerçekten kendim o ilk deneyimde, yoganın bana iyi geldiğini doktorumun söylemesiyle daha iyi anladım ama ondan sonra o kadar çok insanla çalıştım ki, bana kemoterapiden çıkıp gelenler var benimle yoga yapmaya şöyle diyorlar: "burada var olmak güvende ve iyi hissettiriyor yan etkilerini yaşamıyorum hocam ". Deneyimlerinin minnettarlığını ifade eden çok kanserli öğrencim oldu.

Bundan güzel ne olabilir ki ? 

Doktorlarda yoganın bu etkisine inanıyorlar böyle ifade eden hekimlerimiz var.

Kişiye göre değişiyor diyebilir miyiz?



Günümüzde aktif yoga yapan öğrencilerimiz var aslında bana göre çok güzel her farklılık bir ihtiyaca cevap veriyor aslında.

İhtiyacı olan şeyi bilmiyordur belki ? Keşifte sen mi yardımcı olmayı tercih ediyorsun?

Şöyle ki; yılların tecrübesinde şunu öğrendim; biz doktor değiliz, psikolog değiliz, psikiyatrist değiliz. Ben o rotamdan da vazgeçtim, orada böyle "hımm, sen buraya gelmen lazım, sen oraya" şeklinde yönlendirmeyi yapmıyorum. İlk başlarda bunu yapıyordum, şimdi diyorum ki, ona da gir, öbürüne de gir dene ve hangisinden keyif alıyorsan o dersi seç.İnsanlar isteyerek geldikleri şeylerde daha fazla başarılı ve verimli oluyorlar.

Mesela yoganın, yoga terapi diye bir dalı var ve daha çok iskelet sistemi üzerine odaklı viniyoga dediğimiz bir sistem. Kas ve gevşet sistemi. Ben onun yanında doğu ekolünü de aldım yani; daha mudralar ,mantralar, sağaltma çalışmaları vs.

Terapi dediğimiz vakit öğrencinin hoşuna gitmiyor. Bir hastalıkmış kötü bir şeymiş gibi algılanıyor. Öyle olunca da diyorum ki o zaman gelmeyin çünkü kişi buna inanarak geliyorsa o şifa gerçekleşebiliyor ve o bütüne ulaşabiliyor. Bir de en önemli şey, yoga eğitmenlerinin sözcükleri ve aktarımları. Bu bence kıymetli bir şey. Orada hangi role büründüğümüz. 

Evet sevgili Merih, bana da sohbet öncesi verdiğin derste söylediğin o cümle gibi..."Kendinden aktı gitti". Ses tonun , aktarımın, yaklaşımın ve sana özgü olan o ışığınla, o an çok önemli bir tecrübe yaşadım, gerçekten aktı gitti ve içimde, kalbimde, ruhumda beni acıtan ne varsa gözyaşlarından neşeye dönüştü birdenbire. Bunu okuyanlara bu tecrübeyi fazla ayrıntılı anlatmayacağım sadece deneyimlemelerini dileyebilirim. Anlatılmaz, yaşanır bu duygular...

Çünkü hazır geldin Pınar'cım .Ben o frekansı hissettiğim için aktı gitti. Hazır olan hocasını bulur. Bana gelen öğrencim, beni bulduysa biz onunla çok uzun yol devam ederiz. Şöyle de bir şansım var; bizlerin de bir gizlilikleri olmalı öğrencileriyle. Çünkü bir alan paylaşıyoruz, çok özel bir alan paylaşıyoruz. O yüzden sözcüklerimiz, toplu alanda ders yaparken incitmeyecek şekilde olmalı öğrenciyi. Çünkü o da sinir sistemini çok etkiliyor toplum içinde.

Yaptık zamanında, yapmadık demiyorum ama ben de yılların tecrübesiyle, öğrenciye nasıl daha fazla yararlı olabilirim, onları nasıl daha iyi anlamaya çalışırım diye empati yaparak kendimi dönüştürdüm. Bildiğim işi yaparken kişilerin de sınırlarını çok zorlamadan yapıyorum. Belki mükemmel bir ders vermiş olabilirim ama o derste kullandığım sözcüklerle onların acısını, yarasını tetikleyebileceğimin de farkında olarak buna dikkat ederek ders vermiş oluyorum..



Peki toplu derslerde, duygu durumlarına göre kişilerin bazıları ağlayıp bazıları gülebiliyor. Bu durumu nasıl yönetiyorsun?

Sağaltma çalışmalarında, kamplarda da görürüz ağlama olur, gülme olur ama rutin derslerimizde çok öyle bir an gözükmez. Zaten kişi öyle bir duygu durumuna girdiği vakit, gidip de yanına ağlaması konusunda neden sormuyorum ve kendi hallerinde bırakıp derse devam ediyorum.

Bizim gülme yogalarımız var biliyorsun (gülüyoruz). Gülme gülmeyi getiriyor. Seninle farklı bir çalışma yaptık mesela. Eğer tüm sınıfa bir ders veriyorsam tabi ki daha farklı oluyor. Özellikle seninle öyle çalıştım, daha enerjetik yönünü keşfetmen için, onu sana deneyimlettirebilmek için. Rutin normal derslerimizde, o alana dikkat ederek gidiyorum. Deneyimli guruplarımız oluyor, daha ileri düzeyde oluyor. Onlarla yin enerjetik boyutta daha farklı çalışıyorum. İçinde her şey oluyor, hayat gibi. Amacım, öğrencilerimin tamlık hissini yaşamaları.

Daha önce de bahsettiğim gibi, kanserli hastalarla çok çalıştım. Onlar ders esnasında birçok duyguya giriyorlar tabi ki, onları kendi hallerinde bırakıyorum. Zaten çoğunun danışmanı var.

Hastanelerde kanser hastaları için birçok danışman, destek psikiyatristler ve psikologlar zaten var , peki sence yoga da destek olarak yer alsa güzel olmaz mıydı?

Ben bunun için çok uğraştım. Şimdi ben gönüllü olarak veriyorum. Kanser'le Dans'ın yönetiminde tüm dernekler birleşiyor. Memeder var Vahit Özmen hocamızın başkanlığında, beni de yıllardır tanırlar. Ben buna pandemide başladım, gönlümden aktı. Dedim ki; ben bunun için çok mücadele verdim hastanelerde yapayım diye fakat birtakım hastanedeki organizasyon işlerinden kaynaklı bunu gerçekleştiremedik. Sonra bunu zoom'dan canlı yayın yapacağım dedim ve pandemide başlayan bu süreç çok da güzel ilerledi. Önümüzdeki ayın 8'inde yine başlıyoruz (8 ekim).Organizasyon başkanı Esra Çokçetin aracılığı ile derneklerden duyurular yapılıyor. Zaten benim youtube kanalımda hep var, senelerce kanserle ilgili çokça çalışmalar yaptım. Zaten kongre davetlerim de bu şekilde başlamıştı.

Bu bir alıp verme dengesi, gönüllü olarak yapıyor olmak da bana iyi geliyor. Zoom'dan bir toplanıyoruz 50-60 kişi, sonrasında 1000-2000 kişiye ulaşınca çok mutlu oluyorum çünkü bu onlara da çok iyi geliyor.

Bir de gebelik çalışmaların vardı. Orada neler yapıyorsun?

Normal yolla gebe kalamayan anne adayları için özel çalışmalar yaptırıyorum. O sancılı süreçlerinde kalplerini ferahlatıp güçlendirme çalışmaları diyebiliriz bunlara.

Bebeğin tutunma süreçleri sıkıntılı kaygılı ve stresli. Enerjileri sıkışıyor çok da haklılar. Anne olma niyetlerini güçlendiren enerjetik çalışmalar.

Aslında beraber yaratıyoruz benim rehberliğimde anne adayı kendi şifasını önce uyandırıyor ve sonra bütün bedene akıtıyor bu şifayı.Buna yoga dersi diyemeyiz. Bu çalışmalarım yılların deneyimi ile aşkla akıyor. Meditasyon..mantralar..olumlama ve sözsel iletişim diyebiliriz.

Peki diğer dersler?



Ben her zaman ders öncesi programı yapan bir eğitmenim.

Son 5 yıldır bu programa asla sadık kalamıyorum. Derslerim bir süre sonra kendi istediği gibi akıyor sanki görünmez bir el bana aktarıyor gibi.

Ders bittiğinde içimde inanılmaz bir huzur ve şükran dolu oluyorum.

Yeni gelen öğrencilere baktığımda, yüksek benlikleriyle iletişimde ve kalp gerçeği çakralarının açık olduğunu fark ediyorum. Bilinç seviyeleri de yeniyle uyumlu iyi ki diyorum birbirimizi bulmuşuz.

Bu buluşmanın da hayra vesile olduğunu köklerimizin derinlerde buluştuğuna inanıyorum. Yoganın açtığı bu yolda bazı öğrencilerimle derin bağlarımız var...

Ben de onlardan biriyim sevgili Merih (gülüyoruz)...

Yoganın kaç çeşidi var Merih? Çoğu kişiye yabancı isimleri var biraz açalım mı?

Yoga çok geniş bir yelpaze Pınar'cım. İlk geleneksel yoga, yani hatha yogası dediğimiz çeşidi. Daha kas , iskelet sistemi. Ben buna kasların hikayesi diyorum. Sen de eğitmenlik çalışmanı tamamladığın zaman daha da içine gireceksin bunların. Surya namaskarların, güneşe selamların, trikonasanaların, denge hareketlerinin, güçlenmenin olduğu serilerin olduğu bir hatha yoga var geleneksel.

Aslında bundan 30 yıl evvel bu yoga, zaten içinde yin yogayı da barındırıyordu. Biz bazı duruşlarda, yani padmasana duruşlarında (oturur duruşlar) çok uzun kalıyorduk. Bugün daha hızlanan bir sistem var aslında. Ben bakıyorum, bizde de eğitmenlik eğitimleri veriliyor onun için bence yin bir ihtiyaçtan doğdu. Yaşam , kültürel figür insanların hızlanması bu durumları değiştirdi tabi. Klasik yogada bakıyorum, biz bir duruşta 1 dakika duruyorduk, şimdi durmuyorlar. Bu yelpazenin içindeki yin yoga gerçekten fasyayla (vücudun bağ dokusu) çalışan bir sistem. Tüm organlarımızı tutan bağ dokuyla çalışan bir sistem. Bütün dünyada bu sistem uygulanıyor (mandalinanın zarı gibi olan bağ doku ). Yin'de uzun duruşlarda kaldığında, Fasyaya stres uyguladığımızda (duruşlarda 3 veya 4 dakika) kalıyoruz. Yırtılmalar oluyor işte işin sırrı burada .... NADİ  dediğimiz yaşam enerjisi ırmakları akmaya başlıyor bedenimizde 72.000 nadi yani enerji ırmakları var. Bedendeki sıvı değişiyor. O katılık, dokulardaki sertlikler solüsyon haline geliyor, kimyası değişiyor.

Kesinlikle Merih, ben masaj yaptırmayı çok seven biri olarak 50 dakikalık masajlarda ulaştığım kas gevşemesine senin bana yaptırdığın çalışma ile 30 dakikada hem zihnen hem bedenen daha fazla bir rahatlamayı tecrübe ettim. Ne demek istediğimi umarım herkes tecrübe etme şansı bulur (gülüyoruz)

Zaten yin yoganın özü meridyenler, bugün biz çigong da yaptık (Çin tıbbının ve savaş sanatlarının bir parçası olan Çin kaynaklı bioenerjetik egzersizler)  orda da meridyenler aktif oldu.Meridyenler üzerinde çalıştığında aynı sen nasıl tetik nokta yaptırıyorsan aküpresur noktalarına duruşlarda uzun kalarak kendi akupunkturistin oluyorsun.

Herkes o duruşlarda o kadar süre kalamayabilir, o zaman ne yapıyorsun?

Hayat gibi bu da, deneyimlerime istinaden söyleyebilirim ki hayatta neyi zorladıysam bana hiç iyi gelmedi. Kişiye de onu diyorum. Kişi ihtiyacı olanı biliyor. Zaman içinde duruşlarda kendini de görüyorsun, egonu da görüyorsun. Aslında uzun kalanla kısa kalan arasında his olarak bir fark yok, zaman içinde o bırakma hali deneyimi oluyor. En önemlisi de yoga yarışın olmadığı bir yer. Yarışın olmadığı yerde, birlikte yol aldığım yogilerime (tabi çok yeniler de var aralarında) baktığımda görüyorum ki herkes kendisi gibi öğrenciyi çekiyor. Enerji alanlarımız birbirine yakın ve onların da bu yarıştan uzak hal hoşlarına gidiyor. Bu demek değil ki performansımızı hep aynı noktada bırakacağız. Sınırlara bakıyorum mutlaka, bir batma bir yanma yoksa diye...

Burada Karaşovalyeler ve Pandacılar örneğini vermek istiyorum.

Nasıl yani?

Bak kimi kişi kimi ruh bir duruşu dibine kadar yapmak ister, ona bir duruş verirsin asanada son noktaya gelir. Ben ona Karaşovalye derim. Diğer kişi ise duruşa geçtiğinde sınırlarının çok gerisinde kalıyor( tereddüt ve korku) enerjisi biz buna pandacı diyoruz.

"İkisinin arasında bir yerde buluşmak mümkün mü? Sınırlarının kıyısından biraz daha uzaklaşmak, gözlemek , hissetmek mümkün mü?" diyoruz öğrenciye.

Zorlamadan, itmeden, çekmeden olana teslim olarak pozda kal.( niyetimiz budur) yin yoga da..

Bu tavır bize istekli bir o kadar da tahammül hatırlatıyor. Bedenin bilgeliğini deneyimliyor kişi.

Yoga yapmak için bir spor geçmişi şartı var mı?

Hayır kesinlikle yok ama şu var, bakıyorum pilates yapıyor ki zaten ben pilatesi de çok destekliyorum. Özellikle reformer yani aletli pilates. Diyorum ki yoganızı da yapın pilatesinizi de. Güçlenmeye de ihtiyaç var sonuçta. Dumbılla da çalışın diyorum. Hepsi bir ihtiyaç. Yeter ki kişi geldiği vakit, mutlu ayrılsın. Bazısı benimle yol alıyor bazısı da yogayı başka türlü yapmak isteyebiliyor. Her öğrenci de benimle yol alacak diye bir şey yok. Vinyasa yoga mesela daha akışta, daha hareketli. O kişi hareketlilik seviyor. Durağanda zihin çok devreye giriyor. Yin yogayı hiç istemeyen olabiliyor. Aslında yin yogada her duruş bir meditasyon ve o kalma halinde zihinde bir sürü şey oluyor ve o şey hoşuna gitmeyebiliyor.

Merih, ben bilirsin sabırsızımdır bu da kendimi eleştirdiğim yönlerimden biridir. Ben o uzun duruşlarda hiç bir şekilde o hareketliliği istemedim, hatta çok da iyi geldi. Normalde bekleyemem, anı yaşayamam hemen hareket değiştirmeyi isterim  ama hiç aklıma bile gelmedi. Burada yazıyla tarif edemeyeceğim duyguları yaşadım ve hatta öyle bir anım oldu ki boyut değiştirdim ve sana neler hissettiğimi anlattım (burada açmasak da olur :) bizde kalsın )

Herkeste farklı oluyor Pınar'cım. Ben de ilk yin yogaya başladığımda, "ay ne zaman bitecek bu zaman geçse de bitse" falan diyordum. Senin ihtiyacın varmış buna demek ki. Onun için kişinin dalgalanması, gidip gelme hali olağan. Şifada, enerji veren meridyen çalışmalarında en büyük desteğim yin yoga. Bunu medikal çigong'la uyguluyorum. Onu da Çin'li bir tıp hekiminden öğrendim. İkisinin çok uyum içinde olduğunu fark ettim akışta. Bu serbest salınım dediğimiz pasyayı hareketlendirdiği, o sallanma hareketleri, hani o başta yaptığımız o sonsuzluklar yaptıkça denedikçe kişi de fark ediyor enerjinin nasıl aktığını, nasıl olduğunu. Kendi enerjisi de fark ediyor.



Düşün ki öğrencin bir cerrah ve ona enerjiyi chi, ki, pranayı aktarıyorsun bu görünür olmadığından -miş gibi aktarmak kolay değil. Şükür ki artık bilimsel de açıklamalar çoğaldı.

Ben 30 yıldır bu yoldayım, o kadar bilim ve ilimden şaşmadan onların anlayacağı dilden bu enerjiyi, bunu aktarmak için nasıl bir dil kullanacağımın çabasını verdim ki onların yanında ben de tam anlamıyla buradayım demek için. Öyle bir şey oluyor ki, enerjimizi hissedelim dediğimde alkış yaptırıyorum mesela, adam çıkar gider yani ama çıkmıyor. Kalıyor orada. İnanç, güven ve mesleğe olan saygıları insanlar sonuçta ve bakıyorlar burada da bir emek var, güzel geri dönüşleri var. Herkes haddini bildiği sürece sorun yok yani hiçbir zaman tıbbın yerine geçecek yoga diye bir şey yok elbette. Yoganın terapötik etkisi ve bütünsel bir şifası var. Bunu ben yapmıyorum, yoganın içinde kişi kendisi yaratıyor. Ayaklarıyla geliyorlar kemoterapiden ve orda olmak istiyor. Mide bulantım olmadı diyor, çok iyi geçti diyor. Yani kendisini çok iyi hissediyor bunda ne kötülük olabilir ki. Yüzde yüz tedavide en etkili şey yoga demiyorum. Kanser hastaları için yogasını yaparken iyi hissetmesi hali bile şahane diyorum.

Başta da konuştuğumuz gibi diliyorum ve diyorum ki hastanelerde kesinlikle yer almalı böyle bir destek bölüm sevgili Merih.

Ben hastanelere girmek üzerine çok mücadele verdim daha önce de belirttiğim gibi Pınar'cım. Elimden geleni de yaptım. Özellikle gittim kapılarını çaldım yapalım diye ama onların seanslarıydı, nasıl yapacaklarıydı, nasıl yer ayrılacağıydı diye kabul görmedi ve en sonun da dedim ki amaç onlara ulaşmak mı, ben de bunun için gönüllü müyüm, bunu ben ücretsiz yapayım dedim. Bu konuda destek de veren öğrencilerim oldu. Mesela Profesör Nuran Beşe, radyolog onkolog benim öğrencimdir.Bizim en büyük destekçimiz oldu sevgili Nuran hoca. Kitabımda da vardır. Cerrah Cem Yılmaz hoca var, yoganın destekçilerindendir Cem hoca da. Mutlaka paylaşımlarımı o da alır paylaşır. Yine destekçilerimizden Prof.Zeynep Tartan hoca ve Memeder'in kurucusu sevgili Prof. Dr. Vahit Özmen hoca var vakıf işlerinde.

Online nefes ve meditasyon hastalara yönelik, birebir online canlı çalıştığım profesör öğrencilerim var. Yoganın terapötik etkisine inanıp gelenler, bu bana çok iyi hissettiriyor. Bilim ilim tarafından da destek görmek.

Online eğitim ile yüz yüze eğitim farklı olmuyor mu? Bu kadar etkili oluyor mu online da da?

Beni tanıyorsa öğrenci, bir vesileyle tanımışsa, onlarla ilişkimiz online 'da da yürüyor. Ben açıkçası online çalışmaların bu kadar başarılı olacağını düşünmemiştim ama enerji ekranı delip geçiyor. Bu sefer de göz ile değiyoruz. Öbür türlü kalpten mi ulaşıyorsun, burada da gözlerimizle o ekranı deliyoruz çünkü zaten niyetim beni bu şekilde bulana ulaşmak ve ona yardımcı olmak ve iyi hissettirmek. Kişi de hazırsa, birinin böyle kolunu itiştirmesi ile gelmediyse şifalanıyor mutlaka.

Seni en zorlayan kısmı nedir bu işin?

İnanç. Bazen şöyle oluyor, kendi ailemizde de en yakınlarımıza şifa olamayabiliyoruz. Ben buna inanıyorum çünkü kişi kendisi istemeyince şifa gerçekleşmiyor. Merih hoca olur başka hoca olur, kişi gelmeden önce biraz araştırmalı bence. Çok iyi eğitmenlerimiz var. Bir bakarsın ben yapabilecek miyim, istiyor muyum yapamayacak mıyım diye...Enerji ve frekans tutma olayıdır bu. Biz nasıl gözlerimizle birbirimizi bulduk, bu alan da bizi bırakmadı. Seni takip ederken o enerjilerdeki ipi koparamadım yani bazen de sordum neden oradayım falan diye. Bu da şunun gibi bir şey, kamplarıma katılanlar var bir bakıyorum ki başka şehirden gelmiş. Geldikten sonra diyorlar ki, "o kadar doğru yerde olduğumu hissettim ki sanki biz sizinle daha önceden tanışıyormuşuz gibi".

Kamplar ne kadar aralıklarla oluyor ve neden Datça?

Pandemi girdiği için araya, belki baharda bir kamp daha yapıp bir de Eylül'de yaparım. Neden Datça olduğuna gelince, benim Datça'da sürekli gittiğim bir yer var, müthiş bir enerjisi var. Orada öğrencilerim çok rahat ediyorlar. Ayrıca 20 adımda denize girilebilen bir alanda. Biz hem yoga yapıp hem yol yürümektense daha bir yoga tatili gibi yapıyoruz bu kamp işini. Sohbet, muhabbet oluyor. Benim kamplarda öyle çok öz disiplinden ziyade daha kaynaşmaya , dostluğa ve arkadaşlığa önem veriyoruz. Tatlı bir disiplin var oradaki yoga kamplarımızda. Öğrencilerim bilirler ki ben söylemeden, o kapı saatinde kapanır ve saatinde açılır.

Yoga öncesi Merih ile yoga sonrası Merih'i kıyaslar mısın, en büyük değişim ne oldu?

En büyük değişim kendi ayakları üzerinde duran güçlü ve yaratıcı kadın. Eskiden daha yumuşak, aşırı fedakâr, insanların ne dediğini önemseyen yanım ve yargılı yaklaşımlarım vardı.

Beynimin örüntülerini değiştirip yeni huylar edindim bu Merih'i çok seviyorum. Yeni huylar, alışkanlıklar, yeni inançlar için çabam oldu, sabrım oldu ama inancım hep daha çok oldu. Kendim gibiyim en iyi arkadaşım kendimim...

Bastığım yeri titretiyorum. Gücüm ve kuvvetim yerinde ve bu güç , kuvvet ve yaratıcı enerjimle içimde bitmek bilmeyen bir iştah var. Hayata iştahım çok, hayallerim umutlarım var, keyif alarak yaşıyorum. İlham ve yaratıcılık kalbimden geçip taşıyor.

Bunun için Tanrıma şükürler olsun.

Öyle de görünüyorsun zaten sen yaşsız bir kadınsın Merih! 

Sohbete ve sorulara doyamıyorum ama sözü burada biraz akışa ve sana bırakmak istiyorum. Senin söylemek istediğin neler var?

Hayat geliyor, geçiyor ve hayat çok güzel aslında. Dün dünde kaldı diyelim hep ve anı yaşayalım. Hep takıyoruz ya kafaya, o olmadı bu olmadı vs. diye, inan ki gülümsemek yalancıktan da olsa çok etkili diye düşünüyorum. Bu sonrasında bir alışkanlık haline geliyor. Kendim gibi olduğum vakit , derslerimi de öyle verdiğim vakit, o içimde başka biri olma hali çok güzel bir durum. İyilikle, güzellikle, kendimizi rahat ve maskesiz ifade edebileceğimiz ortamlar ve insanlarla olmak lazım. Öyle olabilmeliyiz. Şefkat ve sevgi ortamlarını birlikte yaratabileceğimize inanıyorum. Şimdi birbirimize değemiyor, dokunamıyoruz pandemiden. Mesela ben sırt sıvazlamanın çok özel olduğunu düşünürüm. Bana yoga ana derler, öğrencilerim kapıdan girerler onlara sarılmayı, sırtı sıvazlamayı severim. Çok az insanla eşleşirsin belki ama o kalp ritmi her zaman doğru hissi verir. İnşallah öyle günlerimizde buluşalım.(neşeyle gülüyoruz)

Herkes bir şekilde kendisini iyi hissetmek için bir yol buluyor. Bu bir dans olabiliyor, resim olabiliyor, yoga olabiliyor, aktif spor olabiliyor. Ben de diyorum ki; önce kişi kendisine sorsun tek yol yoga değil. İyi hissedeceği bir yolu bulsun. Eğer kendisine dair bedensel, ruhsal, tamamlanmamış bir noktasını görüyorsa yoganın yolunu da, kapısını da bir çalsın diyorum. O deneyimi görsün ve bilhassa belirli yaşlardan sonra gençlerin yaptığı gibi menopoz, osteoporoz gibi, kemik erimesi gibi sorunları olanların da mutlaka ve mutlaka yapmalarını tavsiye ediyorum.

Menopoz derken andropoz da dahil mi? ( gülüyoruz)

Evet kesinlikle dahil. Mesela erkeklerde en büyük risklerden biri olan prostat üzerine yin yoga çok faydalı. Çünkü fasyanın en çok olduğu yerler apış arası dediğimiz bölümler. Çalışmalarımdan dolayı da birebir biliyorum çok fayda sağladığını. Tam prostat büyümesine giderken çalıştığım vakalarda, inanılmaz şifalanmalar gerçekleşti. Kendi yakınlarımdan bunu biliyorum.

Bunların yanında genç olup da kapımı çalan, kaygı. stres, panik atak sorunu olanlarla da birebir çok çalıştım. Fırsatı olanlarla tabi ki birebir çalışıyorum, online sistemi de ayrıca çok güzel oldu. Evinde minderinin üzerinde rahat ortamında online olarak da çok keyifle çalışabiliyoruz.

Gaziantep Üniversitesi'nden doktor öğrencilerim var. Onlara online olarak ders veriyorum. Dahiliye doktoru mesela, stajyerlere bitirme tezleri için, nefes , pranamaya teknikleri, derin gevşeme gibi konularda bilgiler için bir şekilde beni buldular. Onlarla tezlerini tamamlıyoruz. Sertifika veriyorum onlara.

Yogayı meslek olarak tercih etmek isteyenler için neler söylersin?

Yogada zorlu duruşlarda sakatlanmalar olabilir.

Eskiden bu asanalar için öğrenci zorlanırdı oysaki şimdilerde kişinin kendi anatomisine iskelet sistemine uygun pozlar içinde yerini kendi belirlemesi öneriliyor.ben de buna katılıyorum dokuları zorlamak da bir stres ve sinir sistemine baskı diye düşünüyorum.

Öncelikle yogayı aktarma isteğiniz dolup taşmaya başlamalı o zaman iyi bir eğitmen olma adayısınız.Acele etmeden sindire sindire , araştırın farklı hocaların derslerine girin bol bol ders verin öylece  deneyim ustası olacaksınız.

Aşk ve disiplin varsa herşey mümkün.Hormonlu hoca değil, deneyimli hoca cümlesini severim.Her öğretmenin kendi yogası var. Yıllar içinde böyle de bir dönüşüm oluyor benim için böyle oldu belki her öğretmen için değildir. Farklı tavır ve eda ...

Zamanın deneyimin aşkın kollarında enerjisini aktarmaya gönlü akan bütün hocalarıma saygı ve sevgiler olsun.

Çok beğendiğim genç eğitmen arkadaşlarım var yollarında güller açsın diyorum. Yogayı onlar yaşatacak...

Harika ders ve söyleşi için çok teşekkürler sevgili hocam.Ben inanılmaz bir deneyim çok keyifli ve birçok kişiye ışık tutacağına inandığım bir sohbet gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum. Peki sana nasıl ulaşabilirler?

 Bana özelden yazabilirler merihkenet@gmail.com Tel:05327119874 MK yoga cep 0530 939 44 12 İnfo@merihkenet.com

Son olarak söylemek isterim ki,

Röportaj ve ders için buluştuk belki ama kalbimde derin bağları olan bir dostluk olduğunu hissediyorum, boşuna değil buluşmalar.

Pınarcım emeğine, kalbine, kalemine sağlık...

Yoga beni şifalandırdı hep iyi hissettirdi...Ömrüm yettikçe bu sanatı aşkla aktarmaya devam edeceğim...

Birazdan bir röportaj değil bir kitap okuyacaksın.
Herkesin hayran olduğu, örnek almaya çalıştığı biri vardır bu hayatta ve çoğu zaman benim kadar şanslı olup da onunla tanışıp, sohbet etme keyfine ulaşamayabilir.
“Bilgi en büyük silahtır. Savaşa gitmeden önce silahlarını kuşandığından emin ol” demişler. Bu sohbet sonrası zafer senin!

Sizi yıllardır yakından takip eden ve hayran olan biri olarak, cevabını çok iyi bildiğim bir soruyla başlıyorum. Sizi tanıyabilir miyiz?
İstanbul doğumluyum. Alman lisesi mezunuyum. Kimya fakültesini bitirdikten sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ nde biyokimya uzmanlığı, doktorası, doçentliği ve profesörlüğüm var. Yani biyokimya profesörüyüm temelde, ama buna paralel olarak da Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu’nda 12 yıl Kimya Dairesi Başkanlığım var. 1982’ de de İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü kurucuları arasındayım. Orada da yüksek lisans ve doktora eğitimi yaptırdım. Kesintisiz 18 yıl müdürlüğü’ nü yaptım. 2005-2010 arası Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Üyeliği ve Başkanlığım var, yine 2017-2022 arası aynı kurumda görevliyim. Bunun dışında farklı  dönemlerde; çeşitli bakanlık ve  kurumlara danışmanlıklar yaptım. Halen Üsküdar Üniversitesi’nde rektör yardımcısıyım.

Neden Üsküdar Üniversitesi?

Şöyle, İstanbul Üniversitesi’nden önce yarım zamanlı olarak çalışmaya başladığım Birleşmiş Milletler’deki görevim fazla vaktimi alınca ve de emekliliğim gelince emekli olmuştum. O dönemde değişik televizyon programları yapıyordum. Bunlardan birinde (Habertürk- Acayip İşler) programın konukları arasında idi Prof. Dr. Nevzat Tarhan. O programda biz ölümü konuşuyorduk, programın ana teması ölümdü. Bir gassal, bir Adli Tıp Hocası, bir psikiyatri hocası konuklarımdı. Program bittiği zaman, Nevzat Tarhan “bana danışman olur musunuz” diye teklifte bulundu ben de “evet” dedim. Devamında benim temel ihtisas alanım olan moleküler biyoloji ve genetik ana bilim dalında bir kadroya Profesör olur musun?” dedi. Ona da “olurum” dedim.

Benim hayatımda böyle bir takım tekliflere süratlen “evet” demek gibi bir tarzım var…

Peki, pişman olduğunuz bir “evet” iniz var mı?

Hayır hiç yok ama 10 tane çok enteresan “evet” im vardır ve de onlar beni buraya getirmiştir, uygun tekliflere her zaman “ evet” diyerek riske girerim çünkü kendime güvenirim…

Üsküdar Üniversitesi’nde Bağımlılık ve Adli Bilimler Enstitüsü’ nü kurdum lisans üstü eğitim için. 8 ayrı programda. Türkiye’de bu kadar geniş kapsamlı bir program yok. Yine Türkiye’de hiç olmayan 4 yıllık Adli Bilimler Lisansı’nı açtım. Bu da çok önemli bir adım Türkiye için. Böylesine  önemli bir faaliyet alanının bir Vakıf Üniversitesi’ ne emanet edilmesi  ve YÖK’ün buna vermiş olması çok önemli. Mühendislik Fakültesi bünyesindeki bu bölüme geçen sene ilk defa öğrenci aldık. Kriminal Laboratuarda çalışacak kişileri eğitiyoruz. Polis kriminal, jandarma kriminal. Üçüncü sınıftan dörde geçerken de, Amerika’da staj yapma imkanı da sağladık.  Los Angeles polis ve şerif kriminallarında. Bunların dışında, kitap yazıyorum tabi ki….

Evet severek okuyor ve takip ediyorum. Peki size çok sorulan bir sorum var, biyokimya’ dan Adli Bilimler’ e bir yolculuk var. Nedenleri neler?

Az önce de değindiğim evetlerimden bir tanesi budur mesela. Biyokimya ’da doktora yaptığım zamanlarda hocamız Prof. Dr. Alaattin Akçasu Cerrahpaşa’nın farmakoloji hocası- ile bahçede karşılaştım bir gün. “Ne işin var biyokimya ’da, biyokimya çok para ister, bu memleketin de parası yok (80’ lerden bahsediyoruz) , bu bilginle Adli Tıp’ta daha çok işe yararsın biyokimyacı olarak” demişti.

İyi ki demiş hocam…

Kurumun başkanı da babam aslında. Fakat babamın hiçbir etkisi olmamıştır bu mesleğe girmemde. Babam Adli Tıp Hocası, Profesör idi. Annem, bakteriyoloji ve mikrobiyoloji uzmanıydı. Benim biyokimya okumamın temel nedeni annemin laboratuvarını devam ettirmekti ama bir gün bile orada çalışmadım. Prof. Dr. Alaattin Akçasu’nun bu önerisi ile değişti her şey. O gün, cebinden bir plaka çıkarttı;

Prof. Dr. Alaattin Akçasu: “bunu analizle, bir bul bakalım”
Prof. Dr. Sevil Atasoy: “esrar bu hocam”
Prof. Dr. Alaattin Akçasu: İşte Türkiye,  esrarla kınayı birbirinden ayırt edemiyor dolayısıyla daha fazla işe yararsın..

Böyle başladık, böyle de devam ettik. Orada yanımda 50 kadar kimyacı, eczacı çalışıyordu ama hepsi tezgahta usta-çırak usulü bu işi öğrenmişti. Eğitim gerekli diye düşünüp 1982’de, İstanbul Üniversitesi’nde Adli Tıp Enstitüsü’nü kurmuştuk. Oldukça süratli hareket ettik. Çok insan yetiştirdik, hala da yetiştirmeye devam ediyoruz.

Bu ilk çabuk kabulümdür. Daha öncesi de var çabuk kabullerimin. Mesela, biyokimya doktorası sürecinde bir Nefroloji kongresinde tercüman olarak görevlendirilmiştim. Orada rastladığım bir Alman bana “doktoranı Almanya’da çalışır mısın?” diye sordu “evet” dedim. Meğerse o da, çok önemli biriymiş, DAAD diye kısaltılan Deutscher Akademischer Austauschdienst yani Alman Akademik Değişim programının yönetim kurulu üyesiymiş. O öğretim üyesi bana birkaç ay içerisinde bir burs sağladı ve doktora tezimi Münih’te çalıştım.

Daha sonra Almanya’ da bir kongrede yemek kuyruğunda önümde bulunan bir Amerikalı homur homur homurdanıyordu “hep lahana veriyorlar, hep sosis veriyorlar” falan diye. Ben onunla konuştuğumda, bana “Amerika’nın kriminal laboratuvarlarını görmek istemez misin?” diye sordu. ”Kim istemez!” dedim !
Enerjiniz geçiyor sanırım insanlara…

Kesinlikle öyle… İşte o kişi bana, Amerika’da Humphrey Fellowship diye çok önemli bir burs sağladı. O sayede bir yıl Amerika’ da kaldım 1995-1996’ da. Amerika’nın tüm önemli kriminal laboratuvarlarında hem ders anlattım hem de gözlemde bulundum. Buna FBI’ ın laboratuvarı dahil. Meğerse kendisi Los Angeles Şerif Kriminal Laboratuvarı’nın direktörüymüş …

Waaw nasıl bir yemek kuyruğuysa artık...

Evet ve şimdi iki hafta kadar önce yine onun sayesinde, Amerika’ya bir kongreye tam 12 kişi götürdüm buradan. Aralarında hayatında ilk defa yurtdışına çıkan gençler de vardı. Seattle’da üyesi bulunduğum Amerikan Adli bilimler Akademisi’nin kongresinin ardından, Los Angeles’ a gittik. Onun daha önce başkanı olduğu Kriminal Daire’yi gezdik. Şimdi onun sayesinde benim öğrencilerim, üçüncü sınıftan dörde geçerken orada staj yapabilecekler. Bir yemekteki bir lahana-sosis muhabbeti böyle sonuçlandı…

Bir diğer evet’ im de şöyle oldu, Ertuğrul Özkök’ten bir telefon geldi “yazar mısın gazetede?” diye sordu. Hayatımda hiç gazetede köşe yazısı yazmamıştım. Bilimsel yayın dışında hiç bir şey yazmamıştım. Bir anda “yazarım, peki” dedim. Yani ona da çabuk “peki” dedim. Beş yıl boyunca her Pazar Hürriyet’in Pazar ekinde “DELİL AVCISI” adıyla bir köşe yazdım. Sonra onlar kitap oldu. Sonra onlar dizi oldu ve oradan Kanıt’a gidildi. Sonrasında değişik televizyon programları oldu; CNN’ de yaptığım Suç ve Delil oldu, HaberTürk’te Acayip İşler, NTV’ de İlber Ortaylı ile Gel Zaman Geç Zaman oldu…

Hepsi muhteşemdi ama Kanıt ayrı bir muhteşemdi! Şuan var mı böyle projeler?

Başımı kaşıyacak vaktim yok şu anda ama tekrar Kanıt’ yapmak gibi bir projemiz var. Geçen haftalarda İçişleri Bakanımızla beraberdik, kendisi de sordu, “Kanıt nereye gitti, tekrar gelsin” dedi… (gülüyoruz)

Ben kendimi İbrahim Tatlıses gibi hissediyorum; Hani diyor ya  “Urfa’da Harvard vardı da gitmedik mi?” diye, bu da aynı şey…

Tam da yeri gelmişken sormak istiyorum, ülkemizde şiddet, aldatma , cinayet içerikli diziler ve gündüz kuşağı programları pirim yapıyor. Bu konularda ne düşünüyorsunuz?

Bunlar insanları şiddete yönlendirmekten ziyade, şiddete duyarsızlaştırır. Yani gördüğünüz şeyi bir süre sonra kanıksamaya başlarsınız. Olağanmış gibi gelir.

Bu programlar yüzünden mi artıyor şiddet…

Şiddet sadece orada değil, savaş görüntüsü görüyorsunuz, kaza görüyorsunuz… Çok fazla kan var orada… Kanı görmeseniz bile kan çıkacağı aşikar. Dolaysıyla çocukların bu görüntüleri izlemesinin doğru olmadığı muhakkak. Bu travmadır. Buna ait çok araştırma var Türkiye’de çok fazla yok ama yurtdışında var. Görüntüden etkilenerek insanlar şiddete meyillenir mi diye. Hatta daha çok mesela derdik ki biz; “bilgisayar oyunları çocukları şiddete yönlendiriyor”. Ama geçen hafta yayınlanan bir makale var,  beş bin çocukla yapılmış ve uzun süre takip etmişler. Bu oyunlarla bir ilgisi yok, zaten şiddet gösterecek diyorlar, çünkü ya biyolojik olarak ya genetik olarak ya da ailenin içinde şiddete meyil var. Bunu seyretse de seyretmese de bir gün bu tetiklenir diyorlar. Yani, sakin ve uzlaşmacı bir çocuk o oyunu oynadı diye şiddete başvurmuyor diyorlar…

Mesela Hitler’ in profiline baktığımız zaman, çok iyi ve başarılı bir ressam olabilecekken, güzel sanatlardan kovulup katil olarak tarihe geçiyor…

İşte ben de diyorum ki, herkese kabiliyetine göre bir şeyleri yaptırmak lazım. Yaptırılmayınca böyle olabiliyor…

Çocukluk travmaları geleceği etkiliyor diyebilir miyiz…

Çocukluk travmalarından ziyade dışlanmak ve ayırımcılığa uğramak en büyük risklerden birini oluşturuyor. Kişi, ya içine dönüyor ya da intihar ediyor mesela. O acının üstesinden gelebilmek için veyahut da dışa yöneltiyor, ben psikolog değilim ama gördüğümüz hadiseler böyle sonuçlanıyor…

En önemli hususun  ayırımcılık olduğu noktasındayız. Biz burada üniversitede de hiçbir öğrenciyi diğerinden ayırmamaya gayret ediyoruz, hiçbir parametrede. Yani ne çok iyi ne çok kötü. Bu da çok önemlidir. Çocuklara “aferin, sen çok iyisin, sen yaparsın” demek de yanlış, ki bunu neredeyse kırk yıldır söylüyor kriminoloji literatürü. Övmek de kötü yermek de kötü. Övmek çocukta, hatta erişkinde bile “günün birinde başarısız olursam, ne olur? Beni sevmezler, bana artık itibar etmezler” korkusu oluşuyor. Pozitif ayırımcılık da bence kötü bir şey…

Sizin de formüle etiğiniz gibi… Korku-nefret-şiddet….
Evet tabi… Bir şeye o şiddeti gösteriyor. Nefret ettiği kişiye göstermiyor belki, gösteremiyor…Başkasından çıkartıyor.

Hocam, “Yer altındaki Melekler, Yer üstündeki Şeytanlar” isimli kitabınızdan esinlenerek sormak istiyorum. Yer üstündeki insanlar ne zaman ve neden şeytanlaştılar?

Aslında her zaman vardı bu şeytanlar ama şimdi av bulma imkanları kolaylaştı. İnternet diye bir şey var. Sosyal medya var. Sosyal medyada diyelim ki; facebook arkadaşlıkları var. Hiç tanımadığı, görmediği, bilmediği insanlarla buluşmak gibi ya da evinin adresini, kişisel bilgilerini paylaşmak gibi çok ciddi hatalar yapılıyor. Karşısındakini kadın zannediyor erkek çıkıyor, erkek zannediyor çocuk çıkıyor. Sanal bir dünya ve gördüğü hiçbir şeye inanmaması gerektiği halde insanlar maalesef kandırılıyor. Aslında biz her zaman, ”hiçbir şey göründüğü gibi değildir, muhakkak altında başka bir gerçeklik vardır, ona göre bakın” deriz. İnsanlar oradaki her şeyi doğru zannediyorlar ve ona göre de paylaşımlarda bulunuyorlar.

Nasıl kullanılmalı sosyal medya? Yararlı tarafları da var elbette ama…

Ailelerin çocuklarına hiçbir şekilde ev adresi, telefon numarası gibi kişisel bilgiler vermemelerini, evin içinden fotoğraf paylaşmamalarını öğretmeliler. Bunlar çok tehlikeli şeyler. Yüz taneden bir tanesine bir şey olur mutlaka. Yani doksan dokuzuna bir şey olmaz belki ama birine olur. Mesela evde olmadığınızı bilirler ve hırsızlar gelir en basiti, ya da orada gördüğünüz çok romantik, çok duygusal, çok sevecen, çok anlayışlı bir erkeğin aslında gerçekte tamamen bambaşka bir insan olduğuna ben kişisel olarak defalarca tanık olmuşumdur… Başka bir insan aslında o. Orada kişinin kendisini çok iyi tanıyorsunuz, bir de post ettiği şeylere bakıyorsunuz gerçekten yüz seksen derece farklı ve onu beğenen nice kadın var. Bu onu çok iyi biliyor yani zaafı biliyor, beğenenlerin de niye beğendiğini fark ettiği anda ona göre oyun kuruyor. Hepsi hayal, kendisi değil o, onu öyle zannediyorlar ve de buluşuyorlar. Böyle şeyler de biliyorum ben. Ve sonra ne oluyorsa oluyor…

Adli Bilimler ’in hayatımıza pozitif etkilerinden çok sık bahsediyorsunuz biliyorum. Bunları herkesin bilmesi gerekiyor değil mi?

Evet, şöyle ki; Adli Bilimler aslında bir düşünce biçimidir. Bir tekniktir, analitik düşünme tekniğidir ve herkesin, her meslekten insanın buna benzer şekilde düşünebilmesini sağlamak lazım. Bunun başında şüphecilik gelir. Yani hiçbir gördüğüne inanmamak gerekir. Onu doğrulamak gerekir. Bizim işimiz onu gerektirir. Birisi bir şey söylediği zaman, yalan söyleme ihtimalinin yüksek olabileceğini bilmeniz lazım. Öyle körü körüne hiçbir şeye inanmamak, okuduğuna, duyduğuna, gördüğüne dahi inanmamak gerekir. 

Her şeyin sorgulanabilir olması gerekir. Sonra, Adli Bilimler ‘in düşünce tekniği olarak her şeyin delil olduğunu da bilmek lazım yani her şeyin bir olayı aydınlatacağını dolayısıyla başınıza herhangi bir şey gelirse, onları yok etmeyip onların kaybolmamasını sağlamak, onların diyelim ki polisle ya da jandarma tarafından güvenilir bir şekilde toplanmasını sağlamak da aynı zamanda birey olarak görev olmalı. Mesela bir evde birisi ölmüş, biliyoruz ki yıkıyorlar, çarşafları değiştiriyorlar, yerdeki pislikleri süpürüyorlar, “Savcı Bey gelecek temiz olsun etrafı toplayalım” diyorlar ve deliller kayboluyor. 

Bu yavaş yavaş halk arasında anlaşılmaya başlandı. Yani böyle “delilleri kaybetmemek “diye bir yaklaşım var. Aynı zamanda bizim anlattıklarımızla, savcılar, polisler, avukatlar vs. de bu mesleğe başka türlü bakmaya başladılar. Onlar da artık her gittikleri yerde, “birileri bir şeyleri yok etmiş olabilir, burada başka birileri dolaşmış olabilir” diye değerlendiriyorlar. Farkındalığı arttırmak bence her vatandaş için lazım olabilecek bir şey günün birinde…

Bir kurs ya da proje var mıdır bunun için?

Bu konuda daha çok diziler, filmler, kitap fuarları oldukça önemli. Ben mesela her kitap fuarında mutlaka konuşuyorum, konferanslar veriyorum. Yani o fuara gelmiş olan biri zaten bir şey almak için geliyor. Yemek kitabı almak için bile gelmiş olsa, orada dinliyorsa sizi, o belki çocuğuyla iletişimde başka bir şey öğreniyor, diyelim o gün gündemdeyse, çocuk istismarının işaretlerini anlatıyorum ona dikkat ediyor, uyuşturucu madde bağımlılığı nasıl anlaşılır onu öğreniyor vs. Yani böyle, halkın geniş kitlelerine ulaşabilecek olanların, bu konuları bilenlerin, bu suçların önlenmesine kafa yoranların, halkın anlayacağı şekilde ve basitlikte mesajlar vermesinde ben fayda görüyorum.

Bir kişinin psikopat olup olmadığı nasıl anlaşılır?

Burada bir iki kriter var. Mesela hayvana yönelik davranış biçimi. Hayvana yönelik şiddet, fena muamele dediğimiz, yani işkence gibi davranışlar. Çok küçük yaştan beri aslında fark edilebilen bir takım işaretlerdir. Merak için sineğin kanadını koparandan bahsetmiyoruz. Kedinin kafasını suyun altına tutanın, canlı canlı toprağa gömenin, kuşun başını koparanın filan, bunlar normal davranışlar değil. Bunu fark eden ailenin, mutlaka profesyonel desteğe ihtiyacı var çünkü kendisi bunu çözemez. Yani bu çocuğu dövmekle ya da ne bileyim yapma demekle hiçbir yere varamazlar. Bu normal bir davranış değil ve bunu çok küçük yaşta tespit edip mutlaka takip etmek gerekir. Şimdi burada aile bir, mahalleli iki, anaokulu öğretmeni üç, eğer o görmüyorsa ilkokul öğretmeni dört veyahut da servis şoförü, kantinci, paspasçı, çaycı vs. herkesin bunu bilmesi lazım, bunun bir işaret olduğunu bilmesi lazım ve bunu muhakkak önce aileye, aile hiçbir şey yapmıyorsa muhakkak başka bir yere mutlaka bildirilmelidir.

Her hayvana şiddet uygulayan, yarın öbür gün karısını dövecek ya da öldürecek değil ama bunun tersi doğru yani bugüne kadar bilinen her seri katilin çocukluğunda hayvana şiddet var. Bu istisnasız bir gerçek, ortak bir özellik. Buna eskiden başka şeyler de eklenirdi yani hayvana şiddet, yatak ıslatma, yangın çıkarmak.. Şimdi onlar yok, sadece hayvana şiddet üzerinde herkes uzlaşmış durumda. Hayvana yaklaşım şekli önemli bir unsur.

Ayrıca hayvan bakımı, mesela mahkûmlar üzerinde de çok pozitif sonuçlar vermiş bir uygulama. Mahkûmlara köpek zimmetliyorlar örneğin. Köpeği diyelim ki körler için ya da narkotik köpeği olarak vs. Yani bir işe yarayan, çalışan köpek olarak yetiştirmek üzere mahkûmu eğitiyorlar.

Her mahkûma verilen bir şey mi?

Hayır, mahkûmu seçiyorlar. Bir tedavi metodu olarak Amerika’ da yaygın bir şekilde uyguluyorlar ve çok faydasını görüyorlar.

Türkiye’de bu yapılıyor mu?

Hayır yapılmıyor. İnsan ile hayvan bağının çok faydalı olduğu muhakkak. Bir sükunet, bir empati… O sizi seviyor, siz onu seviyorsunuz. Cezaevinde köpek meselesi çok önemlidir.

Siz böyle bir projeyi sundunuz mu hiç ?

Maalesef hayır çünkü buna vaktim yok. Birinin bunu yapması lazım. Aslında çıkışı şöyledir; Amerika’ da New York’ da  bir seks işçisi kadın intihar etmeye niyetlidir ve bir kaldırımın kenarına oturur. Açtır, perişan bir vaziyettedir. Oradan kalkıp intihar edeceği muhakkak. O sırada bir sokak köpeği kadının yanına geliyor ve yüzüne bakıyor. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Kadın vazgeçiyor intihar etmekten ve o köpekle birlikte yeni bir hayata başlıyor. Bir kilisenin papazına gidiyor ve diyor ki “ ben böyle bir seks işçisiydim, ölmek üzereydim, bir köpek sayesinde hayata bağlandım yani bunun muhakkak bir faydası olabilir” diyor. Bu kadın ve papaz bir üniversiteye gidiyorlar. Onlar da diyor ki , ”peki bunu deneyelim”. Böylece süreç başlıyor. Mahkûmlar üzerinde denemeye başlıyorlar ve bugün Amerika'nın bütün eyaletlerinde cezaevlerinde, hayvan bakım evlerinden aldıkları köpekleri zimmetliyorlar gündüz, akşam alıyorlar. Böylelikle hayvan eğitmiş oluyorlar. Köre, engelliye  veriyorlar.

Psikopatlık kriterlerine dönersek, biri bu hayvan sevgisini fark edebilme, bir de, mesela biriyle ilk defa bir yemeğe çıktığınız zaman, erkeğin garsona muamelesi oldukça önemli. Bize çok farklı bir şekilde davranır ama garsona esir muamelesi yapıp hakaret edebilir vs. Kendisinden daha alt sosyal kesimde bulunanlara nasıl davrandığını anlamak da, onun karakterini anlamak açısından önemli bir işarettir.

Gelelim pedofili ve kadına şiddet konularına…

Pedofili, tedaviye muhtaç bir durum. Çeşitli pedofiller var. Erkeklerin olduğu gibi, kadınların da erkek çocuklara taciz olayları var. Buzdağının sadece üstünü görüyorsunuz. Öte yandan koşullar nedeniyle böyle davrananlar var. Ortam, kültürel şeyler, bir de gerçekten hasta olanlar var. Bizi ilgilendiren tabi ki gerçekten hasta olanlar. Hasta olanların sürekli tedavisi gerekiyor. Bunun için mesela fiziksel kastrasyon vs. bunlar insan haklarına aykırı davranışlar olduğu için aslında tasvip edilmiyor. Öte yandan, ilaçla tedavilerde de kişileri izleyebilmeniz lazım. Yani, “bu ilacı alacaksın” dediğiniz zaman almıyor o ilacı ve bu tekrar nüksediyor.

Ne kadarlık bir süreçte tedavi olabilme şansı var böyle hasta kişilerin?

Amerika’da mesela bir senedir. Belli hastanelerde tutuyorlar. Mahkûm olanların mesela bir yıl tedavi zorunluluğu var. Devlet tedavi ediyor. Bunun için özel hastaneler var. Örneğin, San Diego’daki bir hastanede yedi bin kişi var. Yani an itibariyle yedi bin pedofil, bir yıl süreyle tedavi içerisinde. Bu tabi ki çok ciddi kaynak ayırmanız gereken bir hadise. Şahsın kendisine bırakabileceğiniz bir olay değil. Fark ettiğiniz anda da hapsedemeyeceğinize göre yani eğer ciddi bir suçu yok ama şüphe varsa da kanıtlayamazsanız ne yapacaksınız o kişiye? Bir de bu takım şeyler var. Herhangi bir hastalık gibi insidansı (belirli bir nüfusta belirli bir zaman dilimi içerisinde belirli bir hastalık veya hastalıkların yeni olgularının sayısını ifade eder) olan bir şey. Şizofreni gibi, bipolar gibi… Pedofili isteyerek olabilecek bir şey değil.

Bu hastalık evli insanlarda da olabiliyor değil mi?

Evet, çok fazla hem de… Çok örnek var.

“Yaralar konuşur” diyorsunuz hocam, bunu biraz açar mısınız?

Şimdi bir yaradan her şeyi anlayabiliyorsunuz. O yaranın nasıl, nereden meydana geldiğini anlayabiliyorsunuz. Bıçak mıdır, silah mıdır? Bıçaksa nasıl bir bıçaktır, silahsa nasıl bir silahtır? O bir yana, sol elle mi sağ elle mi ateş etmiş, birkaç yara varsa hangileri ölümcül? Testereyle doğramış olabilir mesela, bu nasıl bir testere? Bunu kemiğin üzerindeki çizgiden bile testerenin niteliğini anlayabilirsiniz. 

Teknolojiye bağlı olarak bunların tespiti daha kolay artık değil mi?

Kesinlikle öyle tabi ki, ama hata yapılır, yapılmaz değil. Hatta mesela diyelim ki testere, bu testere diyorsunuz ama şimdi artık yaranın içinden aldığınız örnekteki metal kalıntısı, iddia ettiğiniz testerenin metali ile örtüşüyor mu diye bir adım ötesine de bakıyorsunuz. Yani sadece yaranın şekli ve de çizikler, görüntü karşılaştırmanın ötesinde, artık bir takım kimyasal işaretlerin karşılaştırması yapılıyor. Her şeyi daha doğru olmaya ve tesadüfi benzerliklerden kaçınmaya çalışıyoruz. Çünkü haksız mahkûmiyet olabilir.

Bir parmak izi örneği de var bu yanlışlıklarda…

Çok var tabi ki. Bin taneden bir tanesi mutlaka hatalı çıkıyor parmak izi karşılaştırmasında.

Peki ya aşk yaraları? Şiddete dönen aşk yaraları…

Bizde de öyle cinayetler var şu anda zaten. Mesela, adamın (yakın bir zamanın haberiydi bu) evlenmek istediği bir kadın var, onu vermedikleri için evini basıyor, beş kişiyi birden öldürüyor. Sonra da “niye bunu yaptın?” diye soruyorlar, “çok seviyorum” diyor, kadını öldürmemiş ama bu arada, “otuz yıl yerim, ister beklesin, ister beklemesin ama ben onu çok seviyorum” diyor. Yani şimdi böyle de saplantılar var. Aşk da bir saplantı bu noktaya geldiği zaman.

Aşk çok da sağlıklı bir duygu değil mi o halde?

Kurtulmak mümkün değil. Kimse “ben aşık olmam” diyemez. Saplantılar maalesef oluyor. İster ayrılan taraf olun ister terk edilen, her neyse… Hangi taraf olursanız olun derin izler bırakıyor elbette.

Kimi insan bunu içinde yaşıyor kimi insanda da bu duygular şiddete dönüşebiliyor…

Evet, şöyle ki; boşanıyorlar, çocuğun velayetini anneye veriyorlar ve babaya ayda bir çocukla görüşme izni veriyorlar, bu arada onların yanında başka birileri de oluyor görüşürken. Bu tabi çok ciddi bir travma erkek için. Çocuğuyla yakınlık kuramamaya giderek sinirleniyor. Evden uzaklaştırma veriliyor mesela, adam aç kalabiliyor, bir kap yemek bile yiyemeyecek durumda kalabiliyor ve buna sinirleniyor. Şimdi bizim burada, mutlaka bu erkeklere destek olmamız lazım, devlet olarak bu insanların mağdur edilmemesi gerekiyor. Zaten evden ayrılmış olmak ya da onu oradan uzaklaştırmak bir mağduriyettir. Siz ona ayrıca bir şeyler yüklüyorsunuz. 

Yasalar kadınların lehine artık ama bu lehe olan şeyi destekleyecek bir hizmet de olmalı. Orada erkek de mağdur aslında. Biz hep kadını mağdur görüyoruz ama erkek başka türlü mağduriyetler yaşamaya başlıyor.

Hele diyelim ki, kadın erkeğe birden bire “aslında biliyor musun, bu çocuk senin değil” dediği anda bitti… Çocuğu da vuruyor, kadını da vuruyor. Yalan söyleyen kadınlar da var. Öyle olmadığı halde, insanı daha da kızdırmak için, daha da provoke etmek için çocuğu kullananlar var. Kocasından kurtulmak, çocukların velayetini vermemek için böyle yapan kadınlar da var.

Böyle durumlarda mahkemeler nasıl değerlendirme yapıyorlar? Psikologlarla mı?

Ya anlarsın, ya anlayamazsın. Kanıtın yok. Bu şekilde çok zor durumda kalan erkek var. İspat edemiyor çünkü. Aksini ispat edemiyor.

Çocuklar nasıl etkileniyorlar sizce?

On sene sonra göreceğiz Türkiye'nin halini! Zaten anne babanın ayrılması başlı başına bir travmadır… Bir de bunlar eklenince, yanında olduğu zaman ötekinin aleyhinde konuşmaya başlayınca tam bir felaket… Bütün bunlar çocukların geleceklerini, gelecekteki ilişkilerini olumsuz şekilde etkiliyor.

Evliliklerin ömrü neden kısaldı? Neden sonsuza dek sürmüyor?

Öncelikle, boşanmanın bir konsept olarak mümkün olduğu, olabileceği gibi bir şey var bu bir. İkincisi, aileler büyük aile olmaktan çıktı. Büyük ailelerin negatif tarafları çoktu evet, her iki tarafın da anası, babası, teyzesi, halası böyle komünal bir yaşam yaygındı, ama her şeye rağmen büyükler duyar diye onların yanında bağırıp çağırıp kabalık etmemek, küfürleşmemek vardı. 

Mesela, onlar fark ettiği zaman araya giriyor, barıştırıyor, sürecin atlatılmasını sağlıyorlardı. İnsanlar belli bir periyodda zaten ayrılmak istiyorlar. Onu atlattığı zaman vazgeçiyor. Kaybedecek şeyleri artmaya başlıyor, idare ediyor kalıyorlar. Eskiden öyleydi. Diyelim ki yirmili yıllarda doğanlar, (ben kırklı yıllarda doğanlardanım mesela) arasında boşanmalar yok gibi bir şeydi. Kimsenin aklına gelmezdi. O zamanlarda boşanmalar ender olan şeylerdi. İnsanlar evlenince evli kalırlardı. Daha iyisini aramıyordu diyelim…Şimdi tabi ki bu doğal bir şey oldu. Evlenirim, olmazsa ayrılırım diyor insanlar. Belki de çabuk evleniyorlar bilmiyorum.

Karşılıklı tolerans da azaldı.

Bunda teknolojinin payı var mı?

Dış dünyanın payı var tabi ki. Her iki taraf çalışıyor. Kaygılar başlıyor, çok tüketilecek mal var. Yani çok satın alacak şey var. Öncelikler değişiyor. Birinin parayı sarf etmek istediği yerle ötekininki çakışıyor. Eskiden alınacak bir şey yoktu ki, şimdi her şey var. Çeşitlilik var ve ona yeten gücünüz var. Birisi otomobili değiştirmek istiyor, diğeri koltuk takımlarını. Oradan bile başlıyor çatışma.

Erkekler mi, kadınlar mı daha çok suç işliyor?

Dünyanın her yerinde bilinen istatistik ona birdir. Hemen hemen her türlü suçta onda bir. Yani on adam öldüren erkeğe karşılık bir adam öldüren kadın çıkar. Ceza evleri nüfusu da böyledir.
Halbuki kadın erkek nüfusu dünyanın her yerinde birbirine yakındır.
Kadınlar daha çok suç işlemiyor. Bilinen, aydınlatılan suçlarda, oran hep ona birdir. Hemen hemen hep aynı.

Bir Hürrem gerçeği var…

Var tabi ki. Denir ya “kadınlar ellerini kana bulamayacak kadar akıllıdırlar” diye (gülüyoruz)…
Belki sebep odur belki değildir. Kadınların şiddeti daha çok duygusal şiddet olarak gösterdiğini biliyoruz. Fiziksel şiddet olarak değil de küsmek, konuşmamak, ilişkiye girmemek gibi birtakım şeylerle çözüm aradıkları bir dünya yani…

“Bebek yüzlü katil” denir ya, sırf bu yüzden, yüzü sevimli diye atlanılan, görülemeyen bir nokta olabiliyor mu?

Evet de, bu aslında bir sinema filmi örneği yüzünden geniş toplumların öğrendiği bir şeydir. Theodore Bundy adlı bir katilin, güzel bir adam olmasından kaynaklandı. Seri katillerin çirkin olacağı diye bir kural yok. Çok güzellik de insanı şiddete götürür, çok yakışıklılık da götürür. Çok yakışıklı olur ve bu yakışıklılığı kaybedeceği kaygısıyla da insanlar şiddete dönebilirler. Çok yakışıklı, çok güzel olmak da iyi bir şey değildir. Kadın için de iyi değildir, erkek için de iyi değildir. Öne çıkmak, daha sonraları bunu bir şekilde kaybedeceği korkusunu başlatır. Bu kaygı herkeste olur, sinema sanatçısında da, ev kadınında da…

Bebek yüzlü diye bir genelleme yapılamaz ama çok sevecen bir dede, çok iyi bir baba,  çok iyi bir iş insanı, bunların hepsinden katiller çıkmıştır. Yani komşunuzun efendi bir komşu olması, onun kötülükler yapmasını engellemiyor. Dış görünüş, meslek hiçbir zaman baz alınamaz. Birçok katil meslek sahibi insanlardı. Uzun süre yakalanamayan katillerin çok zeki insanlar oldukları muhakkak.

“Kusursuz cinayet yoktur” diyorsunuz. Peki yakalanamayanlar?

Bir cinayet olduğu zaman polislerin ilk sorduğu soru, “motif ne idi?” dir. Yani neden öldürülmüş olabilir bu insan… Borcu mu var, alacağı mı var, hiç ilgisiz birinin karısına musallat mı olmuş, kıskançlık işi mi var, bir etnik köken, bir inanç ya da siyasi görüşünden ötürü düşmanları mı var, nedir yani burada motif? Motifi buldu mu, oradan yürümeye başlar. Mühim olan önce polisin bunun neden öldürülmüş olacağını tahmin etmesiyle başlar. Bunu tahmin edemediği anda işi zorlaşır.

Üzerinden bir şey çalınmamış, kimseyle bir düşmanlığı yok vs. Şimdi bu nasıl bir hedef? Bu eğer tesadüfi seçilmiş bir hedef ise, yani hiçbir motif yok tesadüfi seçilmiş bir hedef, sırf adam öldürmek için birini öldürmüş ise, ya da sadece tecavüz etmek için saldırıyor ve o sırada o direndiği için öldürüyorsa, boğuyorsa bunu aydınlatmak zor. Eğer elinizde delil yoksa o sırada. Kimi arayacaksınız? Seksen milyonluk bir ülke. Hele bir de turist olarak gelmiş ve adam öldürmüş birini düşünün, bir şey bulamazsınız. Orada bir parmak izi bırakmadıysa, DNA kalıntısı bırakmadıysa bulamazsınız.

Hocam siz bir konuşmanızda diyordunuz ki, “konuşmaya başladıktan belli bir süre sonra birbirimizin tükürükleri delil olarak geçiyor” diye… Bu durumda kanıtlanamıyor mu?

Doğru evet ama bunun bir delil olarak fark edilebilmesi lazım. Mesela sahnelenen olay yerleri var. Aydınlatılması en zor olan onlar. Yani intihar zannediyorsunuz, aslında cinayettir. Kaza zannediyorsunuz aslında cinayettir. Trafik kazası zannediyorsunuz, aslında bir cinayettir. Şimdi böyle zannetme var ya, o zannetme size vakit kaybettiriyor. Delilleri kaybediyorsunuz bir, o kişiyi elinizden kaçırıyorsunuz iki. Yer değiştiriyor. Baştan bir intihar zannediyorsunuz, arkada bir intihar mektubu var, zaten intihara meyilli birisi, zaten parası da batmış iflas etmiş,” tamam” diyorsunuz bu gerçek bir intihar. Ama bir otopsi raporu çıkıyor ki bir ay sonra, “bu daha önce boğulmuş daha sonra asılmış” diyorlar size. 

Eyvah! Şimdi ne olacak? İp ortadan kayboldu ve ip önemli bir delildi çünkü eğer çıplak elle astıysa ipin üzerinde DNA’ sı  vardı diyelim. Onu bulamamış oluyorsunuz. Ya da oradaki ayakkabı izlerini mesela veya altındaki sandalyenin kendini asarken oraya düşmeyeceğini, bilmem nereye fırlamış bir sandalye görüyorsanız “Allah Allah! Bunun burada ne işi var?” dememiş oluyordunuz… Ya da olay yerini her açıdan fotoğraflamamış, videosunu çekmemiş, dokümante etmemiş oluyorsunuz çünkü siz onu intihar zannediyorsunuz. Her şey tutuyor birbirini diye.

Bir trafik kazası diyelim. Otomobille kamyonun altına giriyor, aslında kendisi onu kasten oraya sürmüş oluyor.

Bunu nasıl anlıyorsunuz?

Anlaşılamıyor işte. Mümkün değil. Yani kusur tayini yaptığınız zaman mesela, bunun intihar olduğunu düşünebilmek lazım.

Ya da kendisini polise vurduruyor mesela. Polis görüyor, buna “dur” diyor. O da durmuyor. Elini beline atıyor silah alacakmış gibi, polis bunu vuruyor. Orada silah yok aslında. Kendisini polise öldürtüyor. İntihar ediyor yani. Bunlar ispat edilemez, bunlar problematik hadiseler. Bizim inancımızda intihar etmek zaten kabul edilemez bir şey olduğu için yapamıyor, ama ölmek istiyor.

Tedx konuşmalarınızdan birinde çok özel bir durumunuzu anlatıyordunuz, aslında bu durum Türkiye'nin ve dünyanın bir gerçeği. Çok örnekler var bununla ilgili. Mesela bir arkadaşım kocasını, en yakın erkek arkadaşıyla yakaladığı için boşandı… Bunu gerçekten yaşadınız mı siz de?

“Evet “ (derken gülüyoruz…)

Hocam bunu herkes sizin kadar mantıklı karşılayamaz, soğukkanlı duramaz. Bu konuyu sizin gözünüzle, deneyimlerinizle özetler misiniz lütfen? Nasıl yaklaşılmalı böyle bir duruma?

Elbette öyle… Bunun bir kere tercih olamayacağını yani “ben şimdi eşcinsel olayım” diyerekten hiç kimsenin ortalığa çıkmadığını, biz burada bütün bir spektrumu konuşuyoruz, çeşitli nedenleri var altında… Bana göre bu bir tercih değildir. Kişinin genetiğinde olan bir şeydir. Yani başkalarından görüp de, “ben de böyle olayım” diyecek birisinin olacağını zannetmiyorum. Tamam bunlar da yaşanmıyor mu? Bunlar yaşanıyor, var ama “ben böyle bir insanım” diyerekten böyle yaşamaya başlayanın veya bunu söyleyenin her neyse, mutlaka herkes gibi kabul edilmesi lazım. 

Burada kesinlikle bir ayırımcılık olamaz çünkü bu bir tercih değil. Bu madde bağımlısı gibi, “alayım da içeyim” gibi bir tercih zannediliyor ki bana göre o bile bir tercih değil. Benim bipolar ya da şizofren olmam nasıl bir tercih değil ise, benzer şekilde cinsel kimlikle ilgili bir problemin de tercih olmadığına inanıyorum.

Bu genetik bir durum mudur? Eksiklik midir?

Eksiklik dememek gerekir. Hayvanlar arasında da var bu. Aynı bedende iki cinsiyeti birden taşıyabilen olduğu gibi, dış görünüşü başka ama iç yapısı başka olanlar da olabilir. Var nitekim. Yani beyindeki yahut vücuttaki pek çok kimyasalın, hormonun kontrolü bizim elimizde olamaz.

Bunun bir tedavisi var mı peki? Yani tedavi edilmeli mi yoksa o kişi ne istiyorsa o şekilde kendisine yaşam hakkı verilmeli mi?

Ben tedaviye karşıyım. Şayet kendisi istemiyorsa… Kendi istiyorsa ve de varsa bilimsel kanıtlı bir tedavi tekniği, rızaya bağlı olarak tedavi edilebilir. Ama,” bunları zorla tedavi edelim” diyerek yola çıkılamaz.

Kişi istemiyorsa, toplum bunu nasıl karşılamalı?

Bu insanlar, travesti, transvestit vs. işsiz kaldıkları için, dışlandıkları için, agresif oluyorlar. Tek çare bir seks işçiliği noktasına kalıyor sonunda. Başka türlü aç kalıyorlar. Ya da gizleyebildiği yere kadar gizliyor. Toplumsal problem burada başlıyor. Seks işçiliği yapmasıyla başlıyor. Seks işçiliği, uyuşturucu bağımlılığını beraberinde getiriyor birçok yerde ve bunlar, kendi bulundukları çevrede mahallede vs. rahatsızlık vermeye başlıyor doğal olarak. Bir kere karakola düştüler mi, ip kopuyor. Orada fena muamele görüyorlar, itilip kakılıyorlar, nereye koydukları belli değil, ceza evine düşse hangi ceza evine koyacağını bilmiyor.

Böyle bir problem var. Bir sağlık sorunudur bu. Halk sağlığı sorunudur. O şekilde de bakılması gerekir. Bu kişiler en başta işe alınmadıkları için, çaresizlikten bu duruma düşüyorlar. Okuyamadıkları için, iş bulamadıkları için sıkıntı yaşıyorlar. Dolayısıyla benim vermek istediğim mesaj, “bu insanların kendi çocuğunuz, kardeşiniz, babanız, ananız olabileceğini düşünün ve bunu normal bir şey olarak kabul edin”. Böyle olmak onun kendi tercihi değildi! Medeni bir toplumda bunun konu edilmemesi lazım…

Küçük çocuklarda da böyle şeyler oluyor ve doktora götürüyorlar değil mi?

Evet ama şöyle; kız çocuğu isteyip de erkek çocuğu olanlar çocuklarını kız çocuğu gibi yetiştiriyorlar. Erkek çocuklarına elbise giydiren var, saçlarını uzatıp fiyonklar takıp, küpeler takanlar var. Kız ismi takılan erkek çocuklar var. Bu tabi ki aileden kaynaklanan büyük bir sorun, ondan sonra da onlar tabi ki bir kimlik kargaşası içinde büyüyorlar. Ama bakın, Hindistan’ ın güneyinde Filipinler’ de Fa’afafin diye bir gurup insan var. Bunlar, aslında hiçbir şekilde intersex falan değiller. Aileleri tarafından kız olarak yetiştirilen erkekler bunlar. Bunlar çok ciddi problemler yaşıyorlar tabi, o başka meseledir ama, bunlara bulaşık yıkatılıyor, yer süpürtülüyor, dikiş diktiriliyor falan. Kız çocuğuymuş gibi aktiviteler yapılıyor. Ailenin içinden bir erkek çocuk böyle hizmet etmek için seçiliyor. Bunlar da ilerde gece kulüplerinde şarkıcı ya da seks işçisi oluyorlar. Yetiştirmenin önemi tabi ki var. Bunu niye örnek verdim, yani orada kültürel olarak çocukluktan böyle yetiştiriliyorlar. Aileleri sıkı sıkı tembih etmek lazım bu konuda. Bunun tersi de var tabi, kız çocuklarını erkek gibi yetiştirenler gibi. Erkek elbisesi giydirilen kız çocukları, küfür etmesini provoke etmek gibi… Zaten hormonal bir dengesizlik varsa, bu da onun üzerine tuz biber ekiyor. Ciddi bir halk sağlığı sorunudur bu. Dünyanın her yerinde böyle. Bunların arasında HIV (AIDS)  yaygın oluyor giderek…

Bunlar için bir yardım hattı var mıdır? Mesela uyuşturucu kullanıcısı gibi bilmem kaç numarayı arayıp yardım istiyor mu?

Ne oluyor ki aradıklarında? Ona da yardım yok. Tedavi edilecekleri yer yok ki, AMATEM sayısı çok az. Gittiği yerde de aldığı tedavi yeniden nüksetmesini engelleyecek bir tedavi değil çünkü uyuşturucu bağımlılığı ömür boyu tedaviye muhtaç. Takip edilmesi gereklidir. Bir sürü tedavi şekli var ve bunların hiç birisi yapılmıyor Türkiye’de. AMATEM’ e giriyor bir kere, tedavi oluyor çıkıyor. İki sene sonra tekrar gidiyor. Ömür boyu tedavi olmak zorunda. Her türlü risk onu tekrar kullandırır. Sigara gibi. Sigarayı da bir kere bırakınca, sonsuza kadar bırakmak diye bir şey yok. Üç sene beş sene sonra tekrar kullanıyor insanlar.

Gençlere ve ailelere tavsiyeleriniz…

Rakip kendinizdir. Başka rakibiniz yok. Sadece kendiniz aşmaya çalışın. Başka kimse ile kendinizi mukayese etmeyin, ettirtmeyin de. Ne kardeş arasında mukayese, ne öteki sınıf arkadaşıyla mukayese…” Onların çocuğu öyle, sen niye böylesin” dememek gerekir. Bunu çocuğun kendisi de yapmamalı, “onun bisikleti var benim de olsun” gibi… Böyle bir şey yok, herkes kendisiyle yarışmak durumunda. Tabi ki okumak zorundalar. Ezberlemek değil, okumak. Her enformasyona da inanmasınlar. İnternette her Google’ a yazdığı bir şeyi okuduğu zaman ona inanmamalı çünkü çok büyük bir kirlilik var. Başka başka kaynaklardan da doğrulatmadan okuduklarına inanmamalılar.

Spor yapmalılar. İster yürüyüş kadar basit bir şey olsun, isterse bungy jumping olsun önemli değil, bu büyük spektrumda. Spor, insana kendine güvenini, vücuduna, benliğine, kendisine ilgisini artıran aktivitelerdir. Spor yapan insan, hiçbir şekilde kötü bir şeylere karışmıyor. Sağlığını etkileyebilecek hiçbir şeyin içerisine düşmüyor.

Bir adam öldürmek çok istisnai bir durum ama madde kullanmak çok mümkün bir olay. Alkolik olmak çok mümkün. Yani bazı şeyler var ki, ulaşması kolay, ucuz ve insanı günlük sıkıntılardan uzaklaştırdığı için çok çabuk başvurulan bir takım şeyler. Ama bunların hepsi bağımlılık yapıyor. Bir kere kullanılırsa esrar da bağımlılık yapar, bir kere oynanırsa kumar da bağımlılık yapar. Herkese yapmaz, çünkü herkesin genetiği farklı. Dolayısıyla onu bilmemiz mümkün değil. Sana ne yapacağını bilemiyorsun. Bir kere esrar kullanmak yüz kişiyi bağımlı yapmaz, bir kişiyi yapar. Onun sen olup olmayacağını bilemeyiz.
Spor, bunların hepsini engelleyen çok önemli bir parametre. Okul başarısı çok önemli bir ikinci parametredir. Yani dersleri iyi olan bir insanın kolay kolay sapmayacağını da görüyoruz.

Çok uç örnekler var, Einstein’ ın okuldan atılması gibi. Sanki başarısız olanların verdikleri klasik savunma mekanizması gibi değil mi bu…

Tabi ki ama Einstein kaç tane çıkıyor? O bir örnek olamaz. Genelleştirilemez. Okuldan atılan, okuyamayan bir insan özel birisi olabilir. Yani öğrenme zorluğu olan, dikkat eksikliği olan özel bir insan olabilir ki bunun için artık Türkiye’ de özel eğitimler var. Bu insanları ayırıp da “sen okuyamazsın” deyip de kimse atılmıyor. Çünkü çok zeki bir çocuk da başarısız olabiliyor. Sınıfta kendisine uygun hiçbir şey bulamıyor. Ne sınıftaki diğer çocuklarla ilişki kurabiliyor ne de anlatılandan etkileniyor ama onları ayırabilen özel eğitimler var… Yani Einstein bugün yaşasaydı onu zaten tespit edeceklerdi….


“FAYDASIZ BİR HAYAT ERKEN BİR ÖLÜM GİBİDİR”
Kendi kendinin katili olma, her gördüğüne körü körüne inanma, araştır, şüphelen. Üretmekten geri durma ve şunu hiçbir zaman unutma, “Gerçek hiçbir zaman şiddet tarafından çürütülemez”

Sevgiyle,

PINAR TOK

W.SHAKESPEARE

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin, şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta.

Gülümse...

Gülümse...
Dünya tüm yanılsamaların merkezine koyar seni, büyü diye...

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
PROF.DR.SEVİL ATASOY

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
BETÜL MARDİN

Bu Blogda Ara

Translate