The Latest

pınar tok etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pınar tok etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Ülkemizin en köklü markalarından biri olan Çift Geyik Karaca'nın Genel Müdürü, değerli iş insanı Cihat Özbekli ile tekstil ve hazır giyim sektöründeki durumu ve markanın yeniliklerini konuştuğumuz, sadece iş değil hobilerin başarımız üzerindeki olumlu etkilerini değerlendirdiğimiz bir söyleşi daha sizlerle...

Tekstil ve hazır giyim sektöründeki durum nedir. Son dönemdeki enflasyonist ortamdan sektör nasıl etkileniyor?

Tekstil ve hazır giyim, son dönemdeki enflasyonu birçok sektörde olduğu gibi çok yakından hissediyor olmasının dışında ÜFE TÜFE parantezini en çok hisseden sektörlerden birisi çünkü biz müşterilerimizin önüne çıkardığımız ürünlerin aslında nelere mal olacağını 5-6 ay önceden gören bir sektörüz. Ham madde artışları, kur artışı, bununla birlikte Türkiye'de son iki senedir asgari ücretle dolayısıyla da paralelinde işçilik ücretlerine gelen yoğun zamlarla aslında çok dalgalı bir deniz gibi ve bir türlü durulmuyor. Şu an hem biz hem de müşterilerimiz yeni fiyatlara alışmaya çalışmaktan da vazgeçtik çünkü onlara alışınca onlarla bir gönül bağımız oluyor , alışmamakta fayda var. Çok hızlı, inanılmaz bir ralli var ama sektördeki genel durum kötü değil. Hala şuanda pazarda bir hareketlilik söz konusu fakat  fiyat stabilizasyonu adına çok zor bir dönemden geçiyoruz.

Pandemiden sonra hepimiz internet üzerinden alışveriş yapmaya alıştık. Bu konuda neler düşünüyorsunuz. Markalar nasıl etkilendi bundan?

İnternet alışverişi konusunda ben pandeminin başında da aynı şeyi söylemiştim, şimdi de aynı şeyi söylemeye devam ediyorum. İnsanoğlunun sosyal varlık olması gerekliliği ve bundan vazgeçemeyeceği konusunda net bir görüşüm var. Evet pandemiyle birlikte online alışverişteki pay arttı, zaten artacaktı o tarafta bir boşluk vardı. Herkesin iddia ettiği gibi, "bundan sonra herkes her şeyini online alır, artık offline mağazacılık biter gibi" konulara ben o gün de katılmıyordum, bugün de haklı olduğum ortaya çıktı. İnsanlar pandemi çıkışıyla birlikte tekrar mağazalara hücum ettiler ve offline pazar çok hareketlendi. 

Doğal olarak insanız biz, birbirimize bir şekilde bir şey satacaksak bile; görmek, dokunmak ,bakmak, o mimiğini hissetmek duygusunu geçirmek istiyoruz. Bu arada online pazarda halen bir boşluk var bence. O boşluğun dolması demek, offline'ın yok olması demek değil ama yine de marka oluyorsanız, duygularınız varsa, müşteriyle yüz yüze olmak, onların dokunabildiği, girip çıkabildiği mağazalarda olmak çok önemli diye düşünüyorum.

Markanızın sosyal sorumluluk konusuna bakışı?

Markamızın sosyal sorumluluğa bakışı aslında çok kökenine dayanan bir hikayesi var bunun. Bizim markamız 1917'de Cumhuriyetten önce kurulmuş dolayısıyla milletiyle derin hukuku olan bir marka. Özellikle de bizim gibi markaların millete karşı sorumlulukları olduğuna gerçekten yürekten inanıyorum dolayısıyla şöyle düşünüyorum; biz bireyler olarak networkümüzde bin kişi olabilir, iki bin kişi olabilir, çok iyi networklerde beş bin kişi olabilir...Markanın milyonlara ulaşan networkleri var, bizim markamızın sadece önünden geçen insanlar senede on milyon, yirmi milyon kişi dolayısıyla biz bunun hakkını vermeye çalışıyoruz ve yapmak istediğimiz şey insanlarımıza iyi şeyleri hatırlatmak, kötü şeylerden uzak durmayı yeniden ifade etmek çünkü çok yorulduk gerçekten toplum olarak da. İnsanlara selam vermeyi, "merhaba" demeyi "günaydın" demeyi, "eline sağlık" demeyi, birbirimize sarılmayı, iyiliğin çok önemli bir kıymet olduğunu, bir erdem olduğunu hatırlatıcı ciddi sosyal sorumluluk projeleri yapıyoruz ve bunu sürekli kılmayı planlıyoruz ve bunu yaparken de gerçekten bir ticari amaç gütmüyoruz. Bize verilen görevin, pozisyonun hakkını vermeye çalışıyoruz hepsi bu.

Markanızdaki yenilikler?

Markamızdaki yenilikler konusunda heyecanlıyız, bunu sohbetlerimizde konuşmuştuk sizinle. Şuanda Karaca olarak hem kadın tarafında hem de home tarafında iki ayrı projeyi hayata geçirmek üzereyiz. Çok uzun zamandır üzerinde çalışıyoruz. Kadın koleksiyonumuz muhtemelen 2023'ün temmuz ayında, home koleksiyonumuz da 2023'ün haziran ayında ilk mağazalarıyla müşterilerinin karşısında olacaklar. Hızlı bir girişe hazırlanıyoruz. Umarım müşterilerimiz de buna teveccüh gösterecektir.

Kadın koleksiyonu fikri nasıl oluştu?

Kadın koleksiyonu fikri aslında bizim çok geç kaldığımız bir konu çünkü Karaca kökenlerinde dominant bir kadın markası. Sonrasında bizden önceki yönetimin özellikle dümeni çevirdiği ve neredeyse komple erkeğe döndüğü bir tarihi var ama zaten kadın ağırlıklı, kadının çok iyi bildiği, Türk kadınının çok iyi tanıdığı bir marka Karaca. Biz bir moda perakendesi işi yapıyoruz ve aslında bizim büyüme hedefimiz mitoz bölünerek büyüme yani Karaca katma değerli ve prestijli bir marka dolayısıyla açabileceği mağaza sayısı sınırlı. Şuanda bizim Türkiye genelinde 70 mağazamız var bunu 80-85'in üzerine çıkarma ihtimalimiz yok zaten bizim mağazamıza hizmet edecek o kadar nokta yok Türkiye'de. Dolayısıyla mitoz bölünerek 80-85 erkek mağazası ardından bir bu kadar da kadın mağazası ve home mağazası diye bir büyüme planımız var. Yaptığımız ve bildiğimiz bir iş, perakendeyi ve modayı iyi biliyoruz. Kadını da öğrenmeye çalışacağız en kısa zamanda. Eminim kadınlar çok kısa zamanda bize kendilerini öğretecekler. Heyecanlıyız, çok heyecanlıyız...

Başarılı bir iş insanı olmanızın yanında bir de hobinizden yani şiir okuma sevdanızdan bahsedelim istiyorum. Biliyorum ki birçok takipçiniz var ve oldukça başarılı giden de bir youtube kanalınız var. Nasıl başladı bu merakınız?



Bunu sizinle olan bireysel sohbetlerimizde konuşmuştuk, burada bir kere daha tekrar edeyim; 

Bence özellikle bizim gibi pozisyondaki insanların mutlaka bir hobisi olmalı, becerebilirlerse iki hobisi olmalı. Hayata tutunabilmek için, sağlıklı kalabilmek için, sağlıklı düşünebilmek için ve işinde, kariyerinde verimli olabilmek için mutlaka ihtiyaç var. 

Şiir okumak, benim için balık tutmak gibi, jogginge gitmek gibi, spor yapmak gibi gerçekten çok değerli bir hobi. Şiir ve edebiyatı çok seviyorum. "Şiir söylemek" derler mesela, şiir söylemeyi şarkı söylemek gibi çok dinlendirici buluyorum fena da söylemediğimi düşünüyorum. Dolayısıyla iyi yapmaya çalıştığım bir iş olarak gördüğüm için yapıyorum ki zaten felsefem gereği, yapamadığım, kötü yaptığım bir şeyi sürdürmem hiçbir yerde, hobi bile olsa sürdürmem. Maalesef böyle bir huyum var, eğer bir şey yapıyorsam olabildiğince iyisini yapmak zorundayım. Çok büyük keyif alıyorum. Edebiyat çok naif çok nazik bir şey zaten. Şiir de onun çok kıymetli bir süsü. Dolayısıyla keyfimiz yerinde...

Zaman yönetimindeki ustalığınızı bilen biri olarak sormak istiyorum, iş dışında hobilere de zaman ayırmanın formülü nedir?

İş dışındaki hobilere zaman ayırabilmek için bunu gerçekten istemek lazım. Çok istemek lazım çünkü hepimiz şunu kabul edelim, insanlar birçok şeye zaman ayırabiliyor. Yani örneğin çok yoğun olsak bile bir akşam zaman ayırabildiğimiz bir iş yemeği ya da zaman ayırabildiğimiz 2-3 günlük seyahatler ya da gerçekten çok da mühim olmayan bir toplantı gibi aslında zaman ayırmasak da olan birçok şeye zaman ayırdığımız anlar mutlaka oluyor. Eğer "ben bunu yapmak zorundayım, benim hayatım için, sağlığım için, mutluluğum için bu lazım" diye kararlıysanız mutlaka zaman bulursunuz. Bir de günümüzün bizim zamanımızı çok hızlı tüketen diğer canavarlarından olabildiğince kaçabilmek lazım. Yani sosyal medya tarafındaki aşırılıklar, televizyonlar, dijital platformlar...Bu taraflardaki aşırılıklar gibi işlerden kaçmayı becerirsek mutlaka iyi şeylere zaman bulabileceğimizi düşünüyorum ben.


Gençlere tavsiyeleriniz?

Gençlere tavsiyem; birincisi, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, yüzüncüsü ve beş yüzüncüsü kitap okumaları bir kere her şeyden önce.. Maalesef yeni dönem gençlik, bir önceki sorunuzu cevaplarken söylediğim gibi dış dünya canavarlarıyla çok içli dışlı. Sürekli bir sosyal medya tarafında ya da dizi, film seyretme, 15 bölümlük bir diziyi iki günde bitirme yarışları yapan bir gençlikle karşı karşıyayız.

Ciddi anlamda kitap okusunlar, bu çok önemli bir konu. İnsanların entelektüel olabilmesi için, bir şeyler bilebilmesi, yarın öbür gün hayata katkı verebilmesi için çok önemli. Onun dışında da, bu bana ait değil zaten çok popüler oldu, herkes konuştu; İlber hocanın seyahat tavsiyesi vardı, buna yüzde yüz katılıyorum. Bunun için her türlü ekonomi ayrılabilir. İlla çok büyük paralara ihtiyaç yok. Mutlaka görmek lazım, ülkemizin en önemli sorunu bu. Daha fazla gören, daha fazla görgü sahibi bir nesle ihtiyacımız var. Ben bu ikisiyle bu bahsi kapatayım vesselam.

Bireylerin kendilerini ve sınırlarını keşfetmesine katkı sağlayan, rutin hayatın stresini azaltan, günlük motivasyonu arttıran hobiler iş yaşantımızdaki başarımız için de oldukça önemli. 

Sevdiğiniz 3 hobi bulun; biri para kazanmak için, biri sizi zinde tutmak için ve biri de yaratıcı olmak için...

SAĞLIKLA KALIN,

PINAR TOK


Sevgi olmadan denge olmaz, denge olmadan sevgi olmaz.Evrenle uyum içinde, sevinç, sevgi ve bolluk dolu yaşamanın formülleri herkese göre değişse de bilimin izinden giderek, sporun dışında içsel ve bedensel mutluluğa adım atabilmemizi sağlayan yegane seçeneklerden biri de yoga.

Bu konuyla alakalı binlerce kaynak ve ömrünü bu konuya adamış olanlar var. Herkesin ayrı bir tarzı ayrı bir enerjisi var biliyorum. Öğrencisi olduğum ve deneyimlerimden ötürü tüm kalbimle ondaki, değerli Merih Kenet' teki "herkeste olmayan" ışığı ve aktarımı senin de tecrübe etmeni ve bu röportajın hayatına ışık olması dileğiyle başlıyorum.

Sevgili Merih, yogayı senin yorumunla aktarır mısın bize?

30 yıl evvel yogaya başladığımda her dersten sonra iyi hissediş halleri içindeydim. İki yıl kadar içimde bedenimde zihnimde neler olduğu hakkında bir fikrim olmadı daha sonralarda yoga yapmanın bütüne yansıyan iyilik halinin adını iyileşme ve şifa olarak tanımladım.

Yoga bana göre terapötik bir çalışma yani yoganın insanı kendini iyileştirmesine büyük destek olduğunu düşünüyorum. Yıllar boyu olan tecrübelerimden dolayı bütünsel olarak bakıyorum yogaya.Hem fiziksel bedenimize, kas-iskelet sistemimiz, nefes çalışmaları, meditasyonla hem de psikolojimize iyi gelen bir tarafı var.Dokular, hormonlar ve en önemlisi sinir sistemi üzerinde bir etkisi var.Bütün bunlar birleştiği vakit, aslında yoga yapan kişi kendi şifasını gerçekleştirmiş oluyor.Bu bütünsel bağlamda baktığında beni şifalandırdı ve onun için de çok sevdalandım aslında. 

Nasıl başladı bu yolculuk?

O yıllarda öğretmen öğrenci ilişkileri farklıydı. Bizim dönem çekingendi. Hocamın enerjisi otoriter disiplin doluydu. Bunun yanın da yoga yı o kadar güzel güzel aktardı ve içimdeki ateşi öyle yaktı ki o yılda başladı yoga sevdam.

Bizler öyle bir gelenekten geldik ve ben bundan hiçbir zaman şikayetçi olmadım. Benim eğitmenlerimle biz arkadaş gibiyiz, bu da çok güzel ama o zamanların da çok yararını gördüm Pınar'cım.

Aslında hepimizin özlemini duyduğu duygular değil mi?

Kesinlikle o öz disiplin çok çok önemli. Mesela bana yıllar sonra geldi hocam, stüdyoya girdi ve "ne diye bu diplomaları böyle asmışsın duvara " dedi. Benimkiler dedi hepsi sandıkta durur, diplomayla değil dedi ve elini kalbinin üzerine koyarak "buradan, buradan" dedi...

Yoganın  bu anlayışının ötesinde, sonra benim de derslerim çok evrildi ve değişti. Daha iyileşmeye yönelik kısma, somatik kısma, insan psikolojisiyle ilgili olan kısma, hastalıklara iyi gelen kısma çok sevdalandım.

Hastalıklar kısmı çok önemli bir nokta sevgili Merih, burayı biraz daha açalım mı? Sen yıllar önce kötü bir tecrübe geçirdiğinden ama hastalığı yenmeyi ve pozitifte kalmayı başardığından bahsetmiştin önceki sohbetlerimizde. Ben de rahmetli anneciğime konan kanser teşhisiyle birlikte hastanelerde geçen 3 yılıma istinaden bu konularda oldukça hassasım herkes gibi. Yoganın hastalıklara olan olumlu etkisi nedir?

Evet, kanser olduğumu öğrendiğimde ben tıbbın her zaman yanında oldum. Bilim ve ilim yolumuz bizim. Ondan ben asla vazgeçmedim. Şualarımı (ışın tedavisi) da aldım 35 kür, yogamı da yaptım aynı süreçte. İkisi birbirini destekledi hatta doktorum gittiğimde diyordu ki; "ne yapıyorsan yoluna aynen devam et". Sonra gerçekten kendim o ilk deneyimde, yoganın bana iyi geldiğini doktorumun söylemesiyle daha iyi anladım ama ondan sonra o kadar çok insanla çalıştım ki, bana kemoterapiden çıkıp gelenler var benimle yoga yapmaya şöyle diyorlar: "burada var olmak güvende ve iyi hissettiriyor yan etkilerini yaşamıyorum hocam ". Deneyimlerinin minnettarlığını ifade eden çok kanserli öğrencim oldu.

Bundan güzel ne olabilir ki ? 

Doktorlarda yoganın bu etkisine inanıyorlar böyle ifade eden hekimlerimiz var.

Kişiye göre değişiyor diyebilir miyiz?



Günümüzde aktif yoga yapan öğrencilerimiz var aslında bana göre çok güzel her farklılık bir ihtiyaca cevap veriyor aslında.

İhtiyacı olan şeyi bilmiyordur belki ? Keşifte sen mi yardımcı olmayı tercih ediyorsun?

Şöyle ki; yılların tecrübesinde şunu öğrendim; biz doktor değiliz, psikolog değiliz, psikiyatrist değiliz. Ben o rotamdan da vazgeçtim, orada böyle "hımm, sen buraya gelmen lazım, sen oraya" şeklinde yönlendirmeyi yapmıyorum. İlk başlarda bunu yapıyordum, şimdi diyorum ki, ona da gir, öbürüne de gir dene ve hangisinden keyif alıyorsan o dersi seç.İnsanlar isteyerek geldikleri şeylerde daha fazla başarılı ve verimli oluyorlar.

Mesela yoganın, yoga terapi diye bir dalı var ve daha çok iskelet sistemi üzerine odaklı viniyoga dediğimiz bir sistem. Kas ve gevşet sistemi. Ben onun yanında doğu ekolünü de aldım yani; daha mudralar ,mantralar, sağaltma çalışmaları vs.

Terapi dediğimiz vakit öğrencinin hoşuna gitmiyor. Bir hastalıkmış kötü bir şeymiş gibi algılanıyor. Öyle olunca da diyorum ki o zaman gelmeyin çünkü kişi buna inanarak geliyorsa o şifa gerçekleşebiliyor ve o bütüne ulaşabiliyor. Bir de en önemli şey, yoga eğitmenlerinin sözcükleri ve aktarımları. Bu bence kıymetli bir şey. Orada hangi role büründüğümüz. 

Evet sevgili Merih, bana da sohbet öncesi verdiğin derste söylediğin o cümle gibi..."Kendinden aktı gitti". Ses tonun , aktarımın, yaklaşımın ve sana özgü olan o ışığınla, o an çok önemli bir tecrübe yaşadım, gerçekten aktı gitti ve içimde, kalbimde, ruhumda beni acıtan ne varsa gözyaşlarından neşeye dönüştü birdenbire. Bunu okuyanlara bu tecrübeyi fazla ayrıntılı anlatmayacağım sadece deneyimlemelerini dileyebilirim. Anlatılmaz, yaşanır bu duygular...

Çünkü hazır geldin Pınar'cım .Ben o frekansı hissettiğim için aktı gitti. Hazır olan hocasını bulur. Bana gelen öğrencim, beni bulduysa biz onunla çok uzun yol devam ederiz. Şöyle de bir şansım var; bizlerin de bir gizlilikleri olmalı öğrencileriyle. Çünkü bir alan paylaşıyoruz, çok özel bir alan paylaşıyoruz. O yüzden sözcüklerimiz, toplu alanda ders yaparken incitmeyecek şekilde olmalı öğrenciyi. Çünkü o da sinir sistemini çok etkiliyor toplum içinde.

Yaptık zamanında, yapmadık demiyorum ama ben de yılların tecrübesiyle, öğrenciye nasıl daha fazla yararlı olabilirim, onları nasıl daha iyi anlamaya çalışırım diye empati yaparak kendimi dönüştürdüm. Bildiğim işi yaparken kişilerin de sınırlarını çok zorlamadan yapıyorum. Belki mükemmel bir ders vermiş olabilirim ama o derste kullandığım sözcüklerle onların acısını, yarasını tetikleyebileceğimin de farkında olarak buna dikkat ederek ders vermiş oluyorum..



Peki toplu derslerde, duygu durumlarına göre kişilerin bazıları ağlayıp bazıları gülebiliyor. Bu durumu nasıl yönetiyorsun?

Sağaltma çalışmalarında, kamplarda da görürüz ağlama olur, gülme olur ama rutin derslerimizde çok öyle bir an gözükmez. Zaten kişi öyle bir duygu durumuna girdiği vakit, gidip de yanına ağlaması konusunda neden sormuyorum ve kendi hallerinde bırakıp derse devam ediyorum.

Bizim gülme yogalarımız var biliyorsun (gülüyoruz). Gülme gülmeyi getiriyor. Seninle farklı bir çalışma yaptık mesela. Eğer tüm sınıfa bir ders veriyorsam tabi ki daha farklı oluyor. Özellikle seninle öyle çalıştım, daha enerjetik yönünü keşfetmen için, onu sana deneyimlettirebilmek için. Rutin normal derslerimizde, o alana dikkat ederek gidiyorum. Deneyimli guruplarımız oluyor, daha ileri düzeyde oluyor. Onlarla yin enerjetik boyutta daha farklı çalışıyorum. İçinde her şey oluyor, hayat gibi. Amacım, öğrencilerimin tamlık hissini yaşamaları.

Daha önce de bahsettiğim gibi, kanserli hastalarla çok çalıştım. Onlar ders esnasında birçok duyguya giriyorlar tabi ki, onları kendi hallerinde bırakıyorum. Zaten çoğunun danışmanı var.

Hastanelerde kanser hastaları için birçok danışman, destek psikiyatristler ve psikologlar zaten var , peki sence yoga da destek olarak yer alsa güzel olmaz mıydı?

Ben bunun için çok uğraştım. Şimdi ben gönüllü olarak veriyorum. Kanser'le Dans'ın yönetiminde tüm dernekler birleşiyor. Memeder var Vahit Özmen hocamızın başkanlığında, beni de yıllardır tanırlar. Ben buna pandemide başladım, gönlümden aktı. Dedim ki; ben bunun için çok mücadele verdim hastanelerde yapayım diye fakat birtakım hastanedeki organizasyon işlerinden kaynaklı bunu gerçekleştiremedik. Sonra bunu zoom'dan canlı yayın yapacağım dedim ve pandemide başlayan bu süreç çok da güzel ilerledi. Önümüzdeki ayın 8'inde yine başlıyoruz (8 ekim).Organizasyon başkanı Esra Çokçetin aracılığı ile derneklerden duyurular yapılıyor. Zaten benim youtube kanalımda hep var, senelerce kanserle ilgili çokça çalışmalar yaptım. Zaten kongre davetlerim de bu şekilde başlamıştı.

Bu bir alıp verme dengesi, gönüllü olarak yapıyor olmak da bana iyi geliyor. Zoom'dan bir toplanıyoruz 50-60 kişi, sonrasında 1000-2000 kişiye ulaşınca çok mutlu oluyorum çünkü bu onlara da çok iyi geliyor.

Bir de gebelik çalışmaların vardı. Orada neler yapıyorsun?

Normal yolla gebe kalamayan anne adayları için özel çalışmalar yaptırıyorum. O sancılı süreçlerinde kalplerini ferahlatıp güçlendirme çalışmaları diyebiliriz bunlara.

Bebeğin tutunma süreçleri sıkıntılı kaygılı ve stresli. Enerjileri sıkışıyor çok da haklılar. Anne olma niyetlerini güçlendiren enerjetik çalışmalar.

Aslında beraber yaratıyoruz benim rehberliğimde anne adayı kendi şifasını önce uyandırıyor ve sonra bütün bedene akıtıyor bu şifayı.Buna yoga dersi diyemeyiz. Bu çalışmalarım yılların deneyimi ile aşkla akıyor. Meditasyon..mantralar..olumlama ve sözsel iletişim diyebiliriz.

Peki diğer dersler?



Ben her zaman ders öncesi programı yapan bir eğitmenim.

Son 5 yıldır bu programa asla sadık kalamıyorum. Derslerim bir süre sonra kendi istediği gibi akıyor sanki görünmez bir el bana aktarıyor gibi.

Ders bittiğinde içimde inanılmaz bir huzur ve şükran dolu oluyorum.

Yeni gelen öğrencilere baktığımda, yüksek benlikleriyle iletişimde ve kalp gerçeği çakralarının açık olduğunu fark ediyorum. Bilinç seviyeleri de yeniyle uyumlu iyi ki diyorum birbirimizi bulmuşuz.

Bu buluşmanın da hayra vesile olduğunu köklerimizin derinlerde buluştuğuna inanıyorum. Yoganın açtığı bu yolda bazı öğrencilerimle derin bağlarımız var...

Ben de onlardan biriyim sevgili Merih (gülüyoruz)...

Yoganın kaç çeşidi var Merih? Çoğu kişiye yabancı isimleri var biraz açalım mı?

Yoga çok geniş bir yelpaze Pınar'cım. İlk geleneksel yoga, yani hatha yogası dediğimiz çeşidi. Daha kas , iskelet sistemi. Ben buna kasların hikayesi diyorum. Sen de eğitmenlik çalışmanı tamamladığın zaman daha da içine gireceksin bunların. Surya namaskarların, güneşe selamların, trikonasanaların, denge hareketlerinin, güçlenmenin olduğu serilerin olduğu bir hatha yoga var geleneksel.

Aslında bundan 30 yıl evvel bu yoga, zaten içinde yin yogayı da barındırıyordu. Biz bazı duruşlarda, yani padmasana duruşlarında (oturur duruşlar) çok uzun kalıyorduk. Bugün daha hızlanan bir sistem var aslında. Ben bakıyorum, bizde de eğitmenlik eğitimleri veriliyor onun için bence yin bir ihtiyaçtan doğdu. Yaşam , kültürel figür insanların hızlanması bu durumları değiştirdi tabi. Klasik yogada bakıyorum, biz bir duruşta 1 dakika duruyorduk, şimdi durmuyorlar. Bu yelpazenin içindeki yin yoga gerçekten fasyayla (vücudun bağ dokusu) çalışan bir sistem. Tüm organlarımızı tutan bağ dokuyla çalışan bir sistem. Bütün dünyada bu sistem uygulanıyor (mandalinanın zarı gibi olan bağ doku ). Yin'de uzun duruşlarda kaldığında, Fasyaya stres uyguladığımızda (duruşlarda 3 veya 4 dakika) kalıyoruz. Yırtılmalar oluyor işte işin sırrı burada .... NADİ  dediğimiz yaşam enerjisi ırmakları akmaya başlıyor bedenimizde 72.000 nadi yani enerji ırmakları var. Bedendeki sıvı değişiyor. O katılık, dokulardaki sertlikler solüsyon haline geliyor, kimyası değişiyor.

Kesinlikle Merih, ben masaj yaptırmayı çok seven biri olarak 50 dakikalık masajlarda ulaştığım kas gevşemesine senin bana yaptırdığın çalışma ile 30 dakikada hem zihnen hem bedenen daha fazla bir rahatlamayı tecrübe ettim. Ne demek istediğimi umarım herkes tecrübe etme şansı bulur (gülüyoruz)

Zaten yin yoganın özü meridyenler, bugün biz çigong da yaptık (Çin tıbbının ve savaş sanatlarının bir parçası olan Çin kaynaklı bioenerjetik egzersizler)  orda da meridyenler aktif oldu.Meridyenler üzerinde çalıştığında aynı sen nasıl tetik nokta yaptırıyorsan aküpresur noktalarına duruşlarda uzun kalarak kendi akupunkturistin oluyorsun.

Herkes o duruşlarda o kadar süre kalamayabilir, o zaman ne yapıyorsun?

Hayat gibi bu da, deneyimlerime istinaden söyleyebilirim ki hayatta neyi zorladıysam bana hiç iyi gelmedi. Kişiye de onu diyorum. Kişi ihtiyacı olanı biliyor. Zaman içinde duruşlarda kendini de görüyorsun, egonu da görüyorsun. Aslında uzun kalanla kısa kalan arasında his olarak bir fark yok, zaman içinde o bırakma hali deneyimi oluyor. En önemlisi de yoga yarışın olmadığı bir yer. Yarışın olmadığı yerde, birlikte yol aldığım yogilerime (tabi çok yeniler de var aralarında) baktığımda görüyorum ki herkes kendisi gibi öğrenciyi çekiyor. Enerji alanlarımız birbirine yakın ve onların da bu yarıştan uzak hal hoşlarına gidiyor. Bu demek değil ki performansımızı hep aynı noktada bırakacağız. Sınırlara bakıyorum mutlaka, bir batma bir yanma yoksa diye...

Burada Karaşovalyeler ve Pandacılar örneğini vermek istiyorum.

Nasıl yani?

Bak kimi kişi kimi ruh bir duruşu dibine kadar yapmak ister, ona bir duruş verirsin asanada son noktaya gelir. Ben ona Karaşovalye derim. Diğer kişi ise duruşa geçtiğinde sınırlarının çok gerisinde kalıyor( tereddüt ve korku) enerjisi biz buna pandacı diyoruz.

"İkisinin arasında bir yerde buluşmak mümkün mü? Sınırlarının kıyısından biraz daha uzaklaşmak, gözlemek , hissetmek mümkün mü?" diyoruz öğrenciye.

Zorlamadan, itmeden, çekmeden olana teslim olarak pozda kal.( niyetimiz budur) yin yoga da..

Bu tavır bize istekli bir o kadar da tahammül hatırlatıyor. Bedenin bilgeliğini deneyimliyor kişi.

Yoga yapmak için bir spor geçmişi şartı var mı?

Hayır kesinlikle yok ama şu var, bakıyorum pilates yapıyor ki zaten ben pilatesi de çok destekliyorum. Özellikle reformer yani aletli pilates. Diyorum ki yoganızı da yapın pilatesinizi de. Güçlenmeye de ihtiyaç var sonuçta. Dumbılla da çalışın diyorum. Hepsi bir ihtiyaç. Yeter ki kişi geldiği vakit, mutlu ayrılsın. Bazısı benimle yol alıyor bazısı da yogayı başka türlü yapmak isteyebiliyor. Her öğrenci de benimle yol alacak diye bir şey yok. Vinyasa yoga mesela daha akışta, daha hareketli. O kişi hareketlilik seviyor. Durağanda zihin çok devreye giriyor. Yin yogayı hiç istemeyen olabiliyor. Aslında yin yogada her duruş bir meditasyon ve o kalma halinde zihinde bir sürü şey oluyor ve o şey hoşuna gitmeyebiliyor.

Merih, ben bilirsin sabırsızımdır bu da kendimi eleştirdiğim yönlerimden biridir. Ben o uzun duruşlarda hiç bir şekilde o hareketliliği istemedim, hatta çok da iyi geldi. Normalde bekleyemem, anı yaşayamam hemen hareket değiştirmeyi isterim  ama hiç aklıma bile gelmedi. Burada yazıyla tarif edemeyeceğim duyguları yaşadım ve hatta öyle bir anım oldu ki boyut değiştirdim ve sana neler hissettiğimi anlattım (burada açmasak da olur :) bizde kalsın )

Herkeste farklı oluyor Pınar'cım. Ben de ilk yin yogaya başladığımda, "ay ne zaman bitecek bu zaman geçse de bitse" falan diyordum. Senin ihtiyacın varmış buna demek ki. Onun için kişinin dalgalanması, gidip gelme hali olağan. Şifada, enerji veren meridyen çalışmalarında en büyük desteğim yin yoga. Bunu medikal çigong'la uyguluyorum. Onu da Çin'li bir tıp hekiminden öğrendim. İkisinin çok uyum içinde olduğunu fark ettim akışta. Bu serbest salınım dediğimiz pasyayı hareketlendirdiği, o sallanma hareketleri, hani o başta yaptığımız o sonsuzluklar yaptıkça denedikçe kişi de fark ediyor enerjinin nasıl aktığını, nasıl olduğunu. Kendi enerjisi de fark ediyor.



Düşün ki öğrencin bir cerrah ve ona enerjiyi chi, ki, pranayı aktarıyorsun bu görünür olmadığından -miş gibi aktarmak kolay değil. Şükür ki artık bilimsel de açıklamalar çoğaldı.

Ben 30 yıldır bu yoldayım, o kadar bilim ve ilimden şaşmadan onların anlayacağı dilden bu enerjiyi, bunu aktarmak için nasıl bir dil kullanacağımın çabasını verdim ki onların yanında ben de tam anlamıyla buradayım demek için. Öyle bir şey oluyor ki, enerjimizi hissedelim dediğimde alkış yaptırıyorum mesela, adam çıkar gider yani ama çıkmıyor. Kalıyor orada. İnanç, güven ve mesleğe olan saygıları insanlar sonuçta ve bakıyorlar burada da bir emek var, güzel geri dönüşleri var. Herkes haddini bildiği sürece sorun yok yani hiçbir zaman tıbbın yerine geçecek yoga diye bir şey yok elbette. Yoganın terapötik etkisi ve bütünsel bir şifası var. Bunu ben yapmıyorum, yoganın içinde kişi kendisi yaratıyor. Ayaklarıyla geliyorlar kemoterapiden ve orda olmak istiyor. Mide bulantım olmadı diyor, çok iyi geçti diyor. Yani kendisini çok iyi hissediyor bunda ne kötülük olabilir ki. Yüzde yüz tedavide en etkili şey yoga demiyorum. Kanser hastaları için yogasını yaparken iyi hissetmesi hali bile şahane diyorum.

Başta da konuştuğumuz gibi diliyorum ve diyorum ki hastanelerde kesinlikle yer almalı böyle bir destek bölüm sevgili Merih.

Ben hastanelere girmek üzerine çok mücadele verdim daha önce de belirttiğim gibi Pınar'cım. Elimden geleni de yaptım. Özellikle gittim kapılarını çaldım yapalım diye ama onların seanslarıydı, nasıl yapacaklarıydı, nasıl yer ayrılacağıydı diye kabul görmedi ve en sonun da dedim ki amaç onlara ulaşmak mı, ben de bunun için gönüllü müyüm, bunu ben ücretsiz yapayım dedim. Bu konuda destek de veren öğrencilerim oldu. Mesela Profesör Nuran Beşe, radyolog onkolog benim öğrencimdir.Bizim en büyük destekçimiz oldu sevgili Nuran hoca. Kitabımda da vardır. Cerrah Cem Yılmaz hoca var, yoganın destekçilerindendir Cem hoca da. Mutlaka paylaşımlarımı o da alır paylaşır. Yine destekçilerimizden Prof.Zeynep Tartan hoca ve Memeder'in kurucusu sevgili Prof. Dr. Vahit Özmen hoca var vakıf işlerinde.

Online nefes ve meditasyon hastalara yönelik, birebir online canlı çalıştığım profesör öğrencilerim var. Yoganın terapötik etkisine inanıp gelenler, bu bana çok iyi hissettiriyor. Bilim ilim tarafından da destek görmek.

Online eğitim ile yüz yüze eğitim farklı olmuyor mu? Bu kadar etkili oluyor mu online da da?

Beni tanıyorsa öğrenci, bir vesileyle tanımışsa, onlarla ilişkimiz online 'da da yürüyor. Ben açıkçası online çalışmaların bu kadar başarılı olacağını düşünmemiştim ama enerji ekranı delip geçiyor. Bu sefer de göz ile değiyoruz. Öbür türlü kalpten mi ulaşıyorsun, burada da gözlerimizle o ekranı deliyoruz çünkü zaten niyetim beni bu şekilde bulana ulaşmak ve ona yardımcı olmak ve iyi hissettirmek. Kişi de hazırsa, birinin böyle kolunu itiştirmesi ile gelmediyse şifalanıyor mutlaka.

Seni en zorlayan kısmı nedir bu işin?

İnanç. Bazen şöyle oluyor, kendi ailemizde de en yakınlarımıza şifa olamayabiliyoruz. Ben buna inanıyorum çünkü kişi kendisi istemeyince şifa gerçekleşmiyor. Merih hoca olur başka hoca olur, kişi gelmeden önce biraz araştırmalı bence. Çok iyi eğitmenlerimiz var. Bir bakarsın ben yapabilecek miyim, istiyor muyum yapamayacak mıyım diye...Enerji ve frekans tutma olayıdır bu. Biz nasıl gözlerimizle birbirimizi bulduk, bu alan da bizi bırakmadı. Seni takip ederken o enerjilerdeki ipi koparamadım yani bazen de sordum neden oradayım falan diye. Bu da şunun gibi bir şey, kamplarıma katılanlar var bir bakıyorum ki başka şehirden gelmiş. Geldikten sonra diyorlar ki, "o kadar doğru yerde olduğumu hissettim ki sanki biz sizinle daha önceden tanışıyormuşuz gibi".

Kamplar ne kadar aralıklarla oluyor ve neden Datça?

Pandemi girdiği için araya, belki baharda bir kamp daha yapıp bir de Eylül'de yaparım. Neden Datça olduğuna gelince, benim Datça'da sürekli gittiğim bir yer var, müthiş bir enerjisi var. Orada öğrencilerim çok rahat ediyorlar. Ayrıca 20 adımda denize girilebilen bir alanda. Biz hem yoga yapıp hem yol yürümektense daha bir yoga tatili gibi yapıyoruz bu kamp işini. Sohbet, muhabbet oluyor. Benim kamplarda öyle çok öz disiplinden ziyade daha kaynaşmaya , dostluğa ve arkadaşlığa önem veriyoruz. Tatlı bir disiplin var oradaki yoga kamplarımızda. Öğrencilerim bilirler ki ben söylemeden, o kapı saatinde kapanır ve saatinde açılır.

Yoga öncesi Merih ile yoga sonrası Merih'i kıyaslar mısın, en büyük değişim ne oldu?

En büyük değişim kendi ayakları üzerinde duran güçlü ve yaratıcı kadın. Eskiden daha yumuşak, aşırı fedakâr, insanların ne dediğini önemseyen yanım ve yargılı yaklaşımlarım vardı.

Beynimin örüntülerini değiştirip yeni huylar edindim bu Merih'i çok seviyorum. Yeni huylar, alışkanlıklar, yeni inançlar için çabam oldu, sabrım oldu ama inancım hep daha çok oldu. Kendim gibiyim en iyi arkadaşım kendimim...

Bastığım yeri titretiyorum. Gücüm ve kuvvetim yerinde ve bu güç , kuvvet ve yaratıcı enerjimle içimde bitmek bilmeyen bir iştah var. Hayata iştahım çok, hayallerim umutlarım var, keyif alarak yaşıyorum. İlham ve yaratıcılık kalbimden geçip taşıyor.

Bunun için Tanrıma şükürler olsun.

Öyle de görünüyorsun zaten sen yaşsız bir kadınsın Merih! 

Sohbete ve sorulara doyamıyorum ama sözü burada biraz akışa ve sana bırakmak istiyorum. Senin söylemek istediğin neler var?

Hayat geliyor, geçiyor ve hayat çok güzel aslında. Dün dünde kaldı diyelim hep ve anı yaşayalım. Hep takıyoruz ya kafaya, o olmadı bu olmadı vs. diye, inan ki gülümsemek yalancıktan da olsa çok etkili diye düşünüyorum. Bu sonrasında bir alışkanlık haline geliyor. Kendim gibi olduğum vakit , derslerimi de öyle verdiğim vakit, o içimde başka biri olma hali çok güzel bir durum. İyilikle, güzellikle, kendimizi rahat ve maskesiz ifade edebileceğimiz ortamlar ve insanlarla olmak lazım. Öyle olabilmeliyiz. Şefkat ve sevgi ortamlarını birlikte yaratabileceğimize inanıyorum. Şimdi birbirimize değemiyor, dokunamıyoruz pandemiden. Mesela ben sırt sıvazlamanın çok özel olduğunu düşünürüm. Bana yoga ana derler, öğrencilerim kapıdan girerler onlara sarılmayı, sırtı sıvazlamayı severim. Çok az insanla eşleşirsin belki ama o kalp ritmi her zaman doğru hissi verir. İnşallah öyle günlerimizde buluşalım.(neşeyle gülüyoruz)

Herkes bir şekilde kendisini iyi hissetmek için bir yol buluyor. Bu bir dans olabiliyor, resim olabiliyor, yoga olabiliyor, aktif spor olabiliyor. Ben de diyorum ki; önce kişi kendisine sorsun tek yol yoga değil. İyi hissedeceği bir yolu bulsun. Eğer kendisine dair bedensel, ruhsal, tamamlanmamış bir noktasını görüyorsa yoganın yolunu da, kapısını da bir çalsın diyorum. O deneyimi görsün ve bilhassa belirli yaşlardan sonra gençlerin yaptığı gibi menopoz, osteoporoz gibi, kemik erimesi gibi sorunları olanların da mutlaka ve mutlaka yapmalarını tavsiye ediyorum.

Menopoz derken andropoz da dahil mi? ( gülüyoruz)

Evet kesinlikle dahil. Mesela erkeklerde en büyük risklerden biri olan prostat üzerine yin yoga çok faydalı. Çünkü fasyanın en çok olduğu yerler apış arası dediğimiz bölümler. Çalışmalarımdan dolayı da birebir biliyorum çok fayda sağladığını. Tam prostat büyümesine giderken çalıştığım vakalarda, inanılmaz şifalanmalar gerçekleşti. Kendi yakınlarımdan bunu biliyorum.

Bunların yanında genç olup da kapımı çalan, kaygı. stres, panik atak sorunu olanlarla da birebir çok çalıştım. Fırsatı olanlarla tabi ki birebir çalışıyorum, online sistemi de ayrıca çok güzel oldu. Evinde minderinin üzerinde rahat ortamında online olarak da çok keyifle çalışabiliyoruz.

Gaziantep Üniversitesi'nden doktor öğrencilerim var. Onlara online olarak ders veriyorum. Dahiliye doktoru mesela, stajyerlere bitirme tezleri için, nefes , pranamaya teknikleri, derin gevşeme gibi konularda bilgiler için bir şekilde beni buldular. Onlarla tezlerini tamamlıyoruz. Sertifika veriyorum onlara.

Yogayı meslek olarak tercih etmek isteyenler için neler söylersin?

Yogada zorlu duruşlarda sakatlanmalar olabilir.

Eskiden bu asanalar için öğrenci zorlanırdı oysaki şimdilerde kişinin kendi anatomisine iskelet sistemine uygun pozlar içinde yerini kendi belirlemesi öneriliyor.ben de buna katılıyorum dokuları zorlamak da bir stres ve sinir sistemine baskı diye düşünüyorum.

Öncelikle yogayı aktarma isteğiniz dolup taşmaya başlamalı o zaman iyi bir eğitmen olma adayısınız.Acele etmeden sindire sindire , araştırın farklı hocaların derslerine girin bol bol ders verin öylece  deneyim ustası olacaksınız.

Aşk ve disiplin varsa herşey mümkün.Hormonlu hoca değil, deneyimli hoca cümlesini severim.Her öğretmenin kendi yogası var. Yıllar içinde böyle de bir dönüşüm oluyor benim için böyle oldu belki her öğretmen için değildir. Farklı tavır ve eda ...

Zamanın deneyimin aşkın kollarında enerjisini aktarmaya gönlü akan bütün hocalarıma saygı ve sevgiler olsun.

Çok beğendiğim genç eğitmen arkadaşlarım var yollarında güller açsın diyorum. Yogayı onlar yaşatacak...

Harika ders ve söyleşi için çok teşekkürler sevgili hocam.Ben inanılmaz bir deneyim çok keyifli ve birçok kişiye ışık tutacağına inandığım bir sohbet gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum. Peki sana nasıl ulaşabilirler?

 Bana özelden yazabilirler merihkenet@gmail.com Tel:05327119874 MK yoga cep 0530 939 44 12 İnfo@merihkenet.com

Son olarak söylemek isterim ki,

Röportaj ve ders için buluştuk belki ama kalbimde derin bağları olan bir dostluk olduğunu hissediyorum, boşuna değil buluşmalar.

Pınarcım emeğine, kalbine, kalemine sağlık...

Yoga beni şifalandırdı hep iyi hissettirdi...Ömrüm yettikçe bu sanatı aşkla aktarmaya devam edeceğim...



"Gençler ileriye, ihtiyarlar geriye bakarlar" demişler. Kuzu Holding' in ileriye bakan, bunu yaparken sadece kendisini değil, yaş almış gençleri ve onların ihtiyaçlarını da düşünen yenilikçi lideriyle,hayatı ve hayallerini gerçekleştirdiği projelerini konuştuk. 

Lider dediğin önde yürüyen değil yol gösterendir...İmzasını attığı her proje ile fark yaratan ve ekibine tıpkı bir yıldız gibi yol gösteren Kuzu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Selim Kuzu ile neler konuşmuşuz birlikte bakalım...


Sizi tanıyabilir miyiz?

Pınar Hanım, öncelikle bizlere zaman ayırarak burada bizim misafirimiz olduğunuz için ve insanların yaşam hikayelerine önem verdiğiniz için teşekkür ederim size.

Misafirperverliğiniz için ben teşekkür ederim Selim Bey...

Benim hikayem, 1975 yılında Berlin’de başladı. Ortaokuldan sonra eğitim için başlayan seyahatlerimi, son olarak Uluslararası Ekonomi ve Siyasi Bilimler alanında Almanya ve İsviçre’de tamamladım.

İş hayatımın ilk adresi Allianz grup sigorta şirketi oldu. Allianz grupta Varlık Yönetimi ve Yatırım Risk Yönetimi departmanında görev aldım.

Allianz' ta iken oldukça hareketli zamanlara denk geldiğinizi söylemiştiniz...

Evet kesinlikle öyle idi. Allianz’ta olduğum dönemde, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına, komünizmin çöküşüne, dünya ekonomi dengelerinin değişmesine ve Mark’tan Euro’ya geçişe, kısacası ekonomi tarihinin en büyük olaylarına tanık oldum.

Dev bir kuruluşun içinde, köklü dönüşümlerin farklı başlıklar altında, ama aynı anda, hem de ben işin mutfağındayken tarihe tanıklık etmiş olmak benim için büyük bir şanstı.

Dünyada ne kadar farklı şeylerin olduğunu izlerken, ilerleyen zamanın ne kadar daha farklı şeyler doğuracağını düşünürdüm ve bu düşünce beni çok heyecanlandırırdı. Bu sebeplerle, içinde bulunduğum dönemi de düşünürsek Allianz grup benim mihenk taşlarımdan ilkiydi.

“Hayatımın projesi Selim Kuzu olmuştur” dediniz, bunu açar mısınız?


Şöyle ki; Hayatımın ikinci mihenk taşı BAC idi. BAC’de en genç fon yöneticilerinden biri olarak Yönetim Kurulu üyesiydim. Ekonomi dünyasında, dergilere kapak olan, ağızlarından çıkan her sözün ekonomi tarihine başlık olduğu insanlarla aynı masadaydım. Hayatımda bir çok farklı proje varken, buradan sonra hayatımın en önemli projesi SELİM KUZU oldu. Çünkü dergilerdeki, kapaklardaki kişilerle aynı masada olmanın heyecanını yaşarken, artık ben de o dergilerde o kapaklarda yer almaya başlamıştım. Söylediğim sözler önemli olmaya başlamıştı, artık çok daha dikkatli konuşmam gerekiyordu.

O aşamada yardım almaya, profesyonel koçlara danışmaya başlamıştım zaten. Çünkü ilginç olan şey şu ki, zirveye geldiğiniz noktada ne kadar çok eksiklerinizin olduğunu görmeye başlıyorsunuz. Eğer görmüyorsanız da etrafınız size bunu gösteriyor zaten, çünkü o ligde hareket etmek çok daha fazla özellik gerektiriyor.

Yazmış olduğunuz, oldukça değerli kitaplarınız var...

Yönetim Kurulu üyesi olduğunuzda aldığınız kararlar, yatırımlar çok büyük önem taşıyor. Bir de ben işin Risk Yönetimi mutfağından geldiğim için, neyi neden yaptığım, projelerin detaylandırması bunları hep bir hayat rotası haline getirdim. Her projemde, her fon yönetimimde bu şekilde ilerledim. Tüm bu notlarım ve denetlemeler olduğu zaman hazırlıklı olmak adına aldığım tüm raporlarımı kitap haline getirdim. Şu anda Almanya’da birçok üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor yazdığım kitaplar. Mesleğimin, eğitimimin zekatı olarak görüyorum bunları.

Hayaliniz olan ve çok başarılı olduğunuz bir projenin hikayesine gelelim, nedir bu üç dakikanın sırrı? (gülüyoruz)

O dönemlerde, eğer Satış Şefi değil de Yönetim Kurulu üyesi olursam, Yönetim Kurulu üyesinin Yönetim Kurulu Başkanından belirli bir bütçeyle istediğim projeyi hayata geçirmem için bir hak doğacağı söylendi.

“Bu projenin başlığı senin, içerik de sana ait, sen şu an bütçeyi belirle ve söyle” dediler. Düşünebiliyor musunuz, daha önce yapmadığım bir şeyin, bütçelendirmesini istiyorlardı benden.

Biraz müsade istedim ‘’Sıkıntı yok Selim, 3 dakikan var.’’ dedi başkan. 3 dakika sonra belirlemiştim bütçeyi, ''50 milyon dolar.’’ dedim. Projenin konusunu sordular, ‘’Gayrimenkul olmayacak.’’ dedim ve kabul edildi. Dünya ekonomisinin önemli isimlerinin yanındayken ve sunumum tamamen hazır değilken aklımdan geçenleri anlatmaya cesaret edemedim o an açıkçası. Belgesel hikayemin başlangıcı da böyledir.


En büyük hayalinizi gerçekleştirmekle kalmadınız aynı zamanda ciddi bir rekora da imza attınız...Bu nasıl bir his?

Biraz önce de söylediğim gibi, hayatımın en önemli projesi Selim Kuzu’ydu. Selim Kuzu’nun ise en büyük hayali bir belgesel çekmekti. Evet hayatı yaşıyorsunuz, doğanın içinde oluyorsunuz, ama belgesel gözlüğüyle dünyayı izlediğinizde her şeyin ne kadar ilginç olduğunu, birçok şeyin sandığınızdan bile daha farklı olduğunu görüyorsunuz. Ben eskiden de gece gündüz demeden, yaz kış demeden hep doğadaydım. Geceleri eğlencemiz biterdi, herkes evlerine giderken ben sabaha karşı soğukta üzerimi değiştirir, ormana giderdim. 

Bu arada bu bütçenin çoğu belgeseli çekmek için kullandığımız ekipman içindi aslında. Saniyede 18 fotoğraf çeken bir kamerayı geliştirdi arkadaşım o zamanlarda. Çünkü ben vahşi doğayı gözlemlemeyi çok sevdim, leoparın o hızına, köpek balığının saniyelik avına herhangi bir ekipmanla erişmemiz mümkün değildi.


Belgesel tamamlandığında sunumumuz oldu ve Yönetim Kurulu Başkanımıza baktım, gözleri dolu doluydu. Bana baktı ve ‘’Selim, sen ne yaptın?’’ dedi. Dünyanın bakış açısını değiştirecek bir proje yaptığımı ve kendisinin de böyle bir projede payı olduğu için çok mutlu olduğunu söyledi. Sonrasında ise BBC’yi aradı ve projem Deep Blue Sea Harry Potter’ın izlenme oranlarını geçerek bir rekor kırdı. İnsanların sinemaya, bir belgesel filmi izlemek için gittiklerini düşündüğümde hala tüylerim diken diken oluyor.


Bu başarıya rağmen göz önünde olmayı hiç tercih etmediniz, neden?

Finans, ekonomi ne kadar önemli olursa olsun, halkın sürekli bir ilgi alanı değildir. Ben bir sanatçı değilim ya da bir yazar değilim, ben bir ekonomisttim ve sürekli göz önünde olmam gerektiğini düşünmemiştim hiçbir zaman.

Hayatımda ilk defa belgeselle sahnenin en ön kısmına geçtiğimde bile, göz önünde olmayı istemedim.  Sonuç olarak belgesel benim hayalimdi ve hayalimi gerçekleştirmiştim. Belgeseli seri halinde devam ettirmeyeceğime göre, mütevazı hayatıma devam etmeliydim.

“Babam, babam olmasaydı en iyi arkadaşım olurdu” diyorsunuz.
Bu cümlenize istinaden sormak istiyorum, Çocukların “birey” olduğunun farkında olmayan aileler var. Siz çocuklarınıza bunu nasıl empoze ediyorsunuz? Bunların çocuklar üzerindeki etkileri nasıl oluyor?


Babamın bana ve kardeşlerime aşıladıkları olmasaydı, böyle biri olamazdım. Babam, babam olmasaydı en iyi arkadaşım olurdu. Çocuklarımız küçük insanlar aslında, hepsi birer birey. Çocukların bir birey olduğunu, duygularını ve konu hakkındaki düşüncelerini önemserseniz, karşılığında sizin ve toplumun alacağı muazzam faydalarla karşılaşırsınız.

Ben 4 kız babasıyım. Yaşlarından dolayı belli başlı sınırlarımız vardır, ama ben çocuklarıma hak ve özgürlük tanırım öncelikle. Onlar da benim bu tavrımın karşılığında, kendilerini özgüvenle ifade edip, kararlı tutumlar sergiliyorlar. Ama tabi bu tavırların sadece aile içinde olması yeterli değil, eğitmenlerinin de aynı tutumda olması gerekiyor.

Çocuklarımız Urla’da Alman Okulu’nda okuyorlar. Doğanın içinde, hobilerini yaşayabildikleri bir yerde eğitim alıyorlar. Çocuklara verilen eğitim ev, okul, hayat olarak bir döngü. Bu döngünün tam olması gerekiyor. Bana sorarsanız İstanbul’da lüks bir semtte çocuklarımın okuması ve hayata hazır olması mı yoksa köyün içinde bir okulda okumaları ve hayata hazır olmaları mı, bence köyün içinde okumaları. Yolda giderken gördükleri şeyin trafik olması, bina olması değil benim için önemli olan. Okula giderken, okuldan dönerken hayvanları izlemeleri, yeşilliklerin içinden geçmeleri. Çocukların hayatın doğal yanını tanımaları ve hayata bu şekilde hazırlanmaları önemli benim için.

Son zamanlardaki şehirlerden köylere, doğaya kaçma isteğini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Metropoller, insanların yaşamak istediklerini vermiyor. Metropoller, modayı insanlara yaşatıyor aslında. İnsanlar yapmak istediklerini yapamıyorlar, kendilerini rahat hissetmiyorlar. İnsanlar doğaya kaçmıyor, doğa insanları çekiyor. İnsanların özü doğada, doğa sizi çağırıyor. Şehir hayatında kendinizi mutlu etmek ve rahat hissetmek istiyorsanız da bunu yapmaya zamanınız yok. Zamanınızın çoğu bir yerlere giderken geçiyor.

Kendinize ayıracak vaktiniz olmadığında, kendinizle baş başa kalamıyor ve ruhunuzu doyuramıyorsunuz. Tabi köyde, sahil hayatı yaşayan insanlar mutlu, şehirdekiler mutsuz değil, şehir hayatına konsantre olmuş ve bu şehir hayatının yüksek sirkülasyonuyla mutlu olan insanlar da var, onlar mutlu oldukları yerde, şehirde kalmalılar işte.

Türkiye genel olarak yeniliklere açık bir ülke, Türkler meraklı insanlar, bunun için de yeniliklere ve gelişmelere hızlı adapte oluyorlar. Tabi ki bu her anlamda olumlu bir durum mu tartışılır, çünkü bazen esas değerlerimizin uğradığı yeniliklere, ya da ekonomideki tüketim alışkanlığına da hızlı alışıyor insanlar. Onun haricinde vatandaşımız çok daha sık seyahat ediyor artık yurt dışına. Yurt dışı seyahati arttıkça da, yeni yaşam alternatifleriyle tanışıyorlar. Şehirlerin mimari kokusunu kokladıkça, oradaki dokuyu ülkelerinde, şehirlerinde de hissetmek istiyorlar. Şu an ülkemizin birçok şehri, farklı özelliklerle kendini geliştiriyor, önümüzdeki yıllarda da birçok şehrimizin daha da gelişeceğine inanıyorum.

Türkiye ile ilgili öngörüleriniz nelerdir? 

''İnşaat sektöründe kriz var, sektörümüz sıkıntıda.’’ son zamanlarda sıklıkla duyuyoruz bunu. Ben bunu tam olarak böyle değerlendirmiyorum. Evet sektörümüzde sıkıntı var, ama bu sıkıntı sektör hızlı büyüdüğü için, şu an doğal olmayan bir büyüme var. Türkiye şu an bir doğum sancısı yaşıyor, çünkü inşaat sektöründen gayrimenkul sektörüne geçiş var ülkemizde. Ben Avrupa’dayken de profesyonel hayatımda bunu yaşadığım için bankaların ve finans sektörünün gelişmesi gerektiğine inanıyorum. Türkiye’de bankacılık var evet, ama finans kaynağı yok, fon şirketleri aktif değil, şirket ortaklıkları minimumda. Dolayısıyla da sektör gelişmesi gerektiği gibi gelişmiyor.

Türkiye’nin geleceği konusunu sektör ve genel anlamda değerlendirmek gerekirse, öncelikle sektörle alakalı başlayayım. Biraz evvel de anlattığım gibi profesyonel fon yöneticiliği dönemimde dünyanın önde gelen mühendisleriyle, mimarlarıyla birlikte projeler geliştirme şansına sahip oldum. Böyle bir ligde 7 - 8 yıl kadar, böyle insanlarla çalıştığım için, sektörü çok daha farklı bir vizyonla değerlendirebiliyorum. 

Gayrimenkul sektörünün mutfağında iki üçgen söz konusu. Bu üçgenlerden ilki şu, yaptığın proje lüks mü, ihtiyaç mı, tercih mi, ona göre yapman gerekiyor. Diğer üçgen de, yaptığın projenin lokasyonu şehir merkezinde mi, şehir merkezine yakın mı, şehir merkezinin dışında mı, bunu belirlemen gerekiyor. Bunları değerlendirdikten sonra, projeyi gerçekleştireceğin bölgedeki geleneksel değerleri, belirli bir stille harmanlayıp, özgün bir proje yapmış olman gerekiyor. Biz bu konuda biraz eksiğiz işte. Ülkemizdeki mimarlar harika tasarımlar yapıyorlar, binaları, cepheleri çok güzel süslüyorlar, ama tamamen teknik ilerliyorlar. Halbuki tüm bu estetiğin yanı sıra işlevsellik de önemli. İnsanların hareket alanları, güneşle temasları, insanların hayatlarını kolaylaştırma çabaları da çok önemli. Türkiye’nin bu anlamda dönüşüme ihtiyacı var. Önceden, olmayan bir şeyi üretiyordunuz ve bu lüks olarak değerlendirildiği için, bu tercih ediliyordu. Şimdi öyle değil, şimdi seçenek fazla, insanlar tüm bu seçenekleri araştırıyor, değerlendiriyor ve kendilerine hitap eden şeyi seçiyorlar. Tüm bu seçenekler arasında insanların ruhuna, hayatına, isteklerine hitap eden bir proje geliştirmiyorsanız, onu tercih etmiyorlar. Burada bizim şansımız uluslararası bir ekip olmamız. Biraz önce de bahsettiğim gibi, vatandaşımızın yurt dışı seyahatleri arttıkça, orada gördüklerini burada uygulamamızı istiyorlar. Biz daha önce Almanya’da, İngiltere’de ve Amerika’da projeler geliştirdiğimiz ve başarıyla sonuçlandırdığımız için, Türkiye’de bunları çok daha hızlı yapabiliyor ve rahatlıkla uygulayabiliyoruz.


Eğitim tek başına yeterli midir sizce?

Ben eğitimi tek yönlü görmüyorum. Eğitim sadece okul, üniversite, diploma, akademisyenlik demek değil. Eğitim kadar önemli olan bir mevzu daha var, ahlak. Eğitimle ahlak doğru orantılı ilerlemeli. Ülkenin ekonomik anlamda ilerlemesi, toplumsal gelişimi, toplumsal ilerlemesi anlamına gelmiyor. Ahlakla eğitilmiş bir toplum, toplumsal refaha ulaşıyor.

Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Gençlere tavsiyelerim ne olur, çok güzel bir soru. Tüm samimiyetimle söylüyorum, gençlerimizin aklında çok soru var, bu çok güzel. Ama bu soruların cevabını sadece internette arıyorlar. İnterneti verimli kullansınlar, ama kitap okumayı hiç bırakmasınlar. Muhakkak yabancı diller öğrensinler ve yurt dışı ziyaretleri yapsınlar. Yurt dışında yeni yaşam stilleriyle tanışsınlar. Yabancı dil, insanın hayata ve dünyaya bakış açısının değişmesinde en önemli şeylerden biri. Kendilerini iyi tanısınlar. 

Gençler ne yazık ki yanlış seçimler yapabiliyorlar meslek konusunda ve mutsuz oluyorlar. Sabırlı olmalarını öneriyorum onlara. Şimdiki gençler her şeyin bir anda olmasını istiyorlar. Tecrübesiz oldukları için, her şeyi kontrol edeceklerini sanıyorlar. Doğru çevrede, doğru insanlarla, doğru konuları değerlendirsinler. Eğitimi, kendilerini eğitmeyi hiç bırakmasınlar. Eğitimin akademik kademesi değil önemli olan, oto tamircisi olmak istiyorlarsa da kendilerini çok iyi eğitsinler ve en iyi oto tamircisi olmak istiyorlarsa kendilerini o alanda geliştirsinler. Sevmediği bir işi yapmak eziyet olur herhalde insana, onun için sevdikleri işi yapsınlar. Doğaya çıksınlar, doğayla bir bütün olarak hareket etmeyi, temiz havada düşünmeyi öğrensinler. Hobi edinsinler kendilerine. Türkiye’de birçok hobi edinebilirler. Spor ne kadar önemliyse, hobiler de o kadar önemlidir insanın hayatında. Kendilerini mutlu edecek, iyi hissettirecek şeylere zaman ayırsınlar.


Projeleriniz diğerlerinden oldukça farklı çizgilere ve özelliklere sahip. Yüzlerce projenin içinden “Kuzu Holding” seçiliyor...En çok neye dikkat ediyorsunuz bu projelerde? Farkınız nedir?

Bizim çıkış noktamız insan! İnsanların sağlığını düşünerek, hayattan beklentilerini, ihtiyaç duydukları şeyleri önemseyerek proje geliştiriyoruz. Analizler yapıyoruz, insanların hayatlarını geçirdikleri yerde ne şekilde yaşamak istediklerini araştırıyoruz, değerlendiriyoruz. Yani bizim için önemli olan inşaat maliyetlerinin fizibilitesi değil, insanların hayallerinin fizibilitesi. İnsanların bu istekleri, beklentileri ve ihtiyaçları bizim projelerimizin konseptini belirliyor.

Türkiye’ de oldukça zayıf kalan bir konuya muhteşem bir proje ile imza attınız ve ortaya eşsiz bir sağlıklı yaşam köyü çıkardınız. Sizce yaşlılara gereken önem ve değer veriliyor mu ülkemizde? Konsept 50+ sağlık köyünün sakinlerini neler bekliyor? 

Biz gelenek ve göreneklerle büyümüş bir toplumuz, önem veriliyor tabi. Fakat belli bir yaştan sonra, bilgi ile donanmış, yaş almış fertleri bir köşede bırakıyoruz. Aslında onların donanımından, yaşanmışlıklarından faydalanmak çok önemliyken, onları köreltiyoruz. Çünkü bedensel yaşlılık illa ki boy gösteriyor, ama ruh yaşlanmıyor. İşte biz 50+ konsepti bu şekilde geliştirdik. Yaş dostu, yaşam dostu bir proje yapmak istedik. Ruhları hiç yaşlanmayanlara spor yapabilecekleri, kurslara katılacakları, arkadaşlarıyla satranç oynayacakları, Sakız Adası’nın panoramik manzarasında, akranlarıyla sohbet edecekleri bir konsept hazırladık. Yaşlarının keyfini yaşarlarken de, 24 saat ulaşabilecekleri doktorları, hemşireleri projeye dahil ettik. Tansiyonları da ölçülecekse, ilaçlarının takibi de yapılacaksa, saç traşları ya da manikürleri yapılacaksa, bunları yaşlıların kendilerini en iyi hissettiği yerde, yani kendi evlerinde yapmak istedik. 12.000 m2 projemizin ortak alanında


7 adet asansör konumlandırdık, ulaşım sıkıntıları olmasın, Çeşme içerisinde istedikleri yerlere gidebilsinler diye transfer araçlarını hizmetlerimize dahil ettik...

Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşarlar... Bu anılarına, huzurlu yaşam alanlarıyla daha fazlalarını ekleyebilmelerine ön ayak olan projeleri için Kuzu Holding'i gönülden tebrik ediyorum. Umarım, Türkiye' de gelenek ve göreneklerimize rağmen geri planda kalan yaşlılarımız için nice güzel projelere örnek teşkil eder.

Gençliğin güzel bir yüzü, ihtiyarlığın güzel bir ruhu vardır ve bu ruhları layık oldukları şekilde hayata karıştırmak gerekir. Ne demişler, "Yaşlılık kötü bir alışkanlıktır, çalışkan bir insan böyle bir huy edinmeye vakit bulamaz." 

Sevgiyle,

PINAR TOK

Kuvvetsiz adalet ve adaletsiz kuvvet iki büyük felakettir denir, adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir. Adalet, kâinatın ruhudur. Bir de bu ruhu kusursuz taşıyanlar vardır ki, kötülüğü adaletle, iyiliği iyilikle karşılar. Dürüstü oynamaz, zaten dürüsttür. İşte seni dürüstlükle adaleti, sanatıyla temsil eden çok değerli bir insanla tanıştıracağım.

Yalan bir yıl koşar, doğru onu bir anda geçer. Doğrularıyla, tüm yalanları ve yalancıları açık ara geride bırakan, sanatçı kişiliğini hitabına, savunmalarına yansıtan, dürüstlüğün anavatanı sayılan Tarlabaşı’nda yetişmiş, değerli Avukat Ali Rıza Dizdar, her 5 Mayıs’ta rahmetle, sevgiyle andığımız Deniz Gezmiş’in ve birçok değerin arkadaşı, büyük olayların en yakın tanığı… Kendisi anlatsın istedim, hiçbir yeri de kesmedim, kesmek istemedim. Her cümle birbirinden değerli ve önemli… Bu röportaj tabiri caizse bir roman, bir başyapıt, büyük bir hayat dersi… Eminim okurken, herkes kendisine bir veya birden fazla ders çıkaracaktır, çıkarmalıdır…

Sizi tanıyabilir mi okurlarım?

1946 SENESİNDE, 6 Şubat’ta soğuk havada Esnaf Hastanesi’nde doğmuşum. İşin tuhafı hayatımın en önemli yanları Esnaf Hastanesi’nin orada geçti. Hukuk Fakültesi Esnaf Hastanesi’ne çok yakındı. İşin tuhaf tarafı, Esnaf Hastanesi’nden aşağı doğru Saraçhane’ye inerken ilk Duvar Gazetesi ile Ağaç Gazetesi ile de orada tanıştım. Yani hayatım oradan başlar…

Ben kapalı bir yerde, bir kapıcı odasında büyüdüm. Karşımızda Lale Sineması vardı, İstiklal Caddesi’ndeki Madam ve Mösyöleri görürdük. Çocukluk işte, 3-4 yaşına kadar oralardaydım, aşağıda Tarlabaşı’nda ev alınana kadar. Herkes çok zarif giyinirdi. Beyler, hanımlar müthiş güzel giyinirlerdi. O sıralarda hayatımda unutamadığım bir şey oldu. Büyük bir kalabalık, sloganlar atıyorlar ve bir yürüyüş başladı. Daha çocukken, ilk yürüyüşü gördüm. Korkulu korkulu bakıyordum. Meğerse Fevzi Çakmak’ın cenaze töreni imiş.

Hayatım geçerken, bulunduğum apartman da Şerbetçiler ’in apartmanı idi. E ben o zaman dünyanın en tatlı adamıyla tanıştım, abisiyle Genco Erkal ile. Onun çantasıyla okula gittim. Önce Taksim İlkokulu’nda okudum sonra babam nedense beni oradan aldı ve Şişli’deki Talat paşa İlkokulu’na yazdırdı. Talat Paşa İlkokulu’na gidebilmek için de, önce Taksim’ e yürür, tramvaya biner Bomonti’de inerdik. Şu anda küçük kızımın gitmiş olduğu Saint Michel var burası meşhur şair Mehmet Yurdakul’un bulunduğu sokak derlerdi, Mehmet Yurdakul’un Sokağı’nın yanından yürür, dipte Talat Paşa İlkokulu’na giderdim. Talat Paşa İlkokulu’nda çok katı, çok sert fakat benim çok sevdiğim Muazzez öğretmenim vardı. Beni korurdu hep çünkü gelen zengin çocukları hep züppe olurlardı, alay ederlerdi. Hatta anılarımda yazdım; Ferit Şerbetçi (ismini bile unutmam) sefer tasıma vurdu, sefer tasım devrilince ben de Ferit’in suratına bir yumruk attım. Kamil diye bir arkadaşım bizi ayırdı. Sonra Kamil meşhur biri oldu ama ne olduğunu şimdi unuttum (Feriköy’lü çok yakışıklı bir çocuktu), Ferit’in kanı durmadı meğerse onun kanı durmazmış, öyle bir hastalığı varmış. Kepçe kulaklı Orhan ise Ferit’in haksız olduğunu söylemişti. Kepçe kulaklı Orhan da, Şerbetçi idi. Patronun yeğenine vurmuştum.

Eyvah!

Babam hiçbir şey söylemedi…

“Tarlabaşılıyım” isimli harika bir kitabınız var, tek solukta okuduğum… Bilmeyenler için soruyorum, Tarlabaşı’lı olmak nasıl bir ayrıcalıktır?

Tarlabaşılı olmak delikanlı olmaktır. Tarlabaşı’nda p..t olabilirsin, o…pu olabilirsin ama kalleş olamazsın, yalancı olamazsın. Kadın vücudunu satmıştır, oraya düşürülmüştür ama o kadın kadındır. O kadını kurtarmak isteyen de adam gibi adamdır. Bir Tarlabaşı’lı o kadını kurtarmak ister. Kurtulacak kadın kurtulur, kurtulmayacak olan müptezel kadın var ise zaten o bitmiştir, usanmıştır. Tarlabaşı’nın özündeki şey, “harbidir” insan… Harbi olacaksın, delikanlı olacaksın, yamuk yapmayacaksın. Yani ben seni tahliye edeceğim diye mangırları cebe indirmiyorum! (gülüyoruz)
Tarlabaşılılık’ta bu olmaz! Yalan söylenmez. Tarlabaşılı yalan söylemez. Tarlabaşılı’nın yaşantısı kabadır, olabilir. Biz içiçe öyleydik. Tarlabaşı’nda, sokağımızda kız ve erkek çocuklar beraber büyürüz. Sarkmayız. Yani o kıza sarkmayız ama o kız bir manitasıyla geldiği zaman da dikilir gözlerimiz, kulaklarımız yakalarız oğlanı bir yerde, sıkıştırır hallederiz. Niye sıkıştırır hallederiz biliyor musun?

Niye?

“Ciddi mi değil mi” diye…
Bu konuda en büyük yaram Çiçek’tir… Arif onu kerhaneye düşürmüş. Ben Arif’i dövmek zorundaydım. Çiçek ağladı, ben ağladım… Hepimiz şaşırdık… Biz Arif’in onu kerhaneye düşürdüğünü aklımızın köşesinden geçirmedik. Piç Arif’in bunu yaptığını hiç düşünmedik. Ama adamın adı piç, yaptı işte…

Üzüldüm Çiçek olayına… Tarlabaşı dürüstlüğün anavatanı gibiymiş…

Tarlabaşı’nda insanlar dürüst olmak zorundadır. Yalancı olmamak zorundadır. Kaba olabilir. Bir şey daha var ki; biz ekmeğimiz bölüşürüz… Sürü halinde sinemaya giderdik, sürü halinde Taksim Parkı’nda yürürdük, sürü halinde i...leri kovalardık.

Zeki Müren’e saygımız sonsuzdu ama Halide Pişkin’ e biterdik, İsmail Dümbüllü’ye biterdik… Onlar sokakta bizi severlerdi. Arif Sami Toker cambazhaneye gelen meşhur bir şarkıcıydı, ona da biterdik. Genç Osman’ a da biterdik… Zeki Müren’i annelerimiz bir türlü homoseksüel olarak kabul etmezdi. O başka bir şeydi. İşte Tarlabaşı’lı olmak böyle bir şey…

Peki, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olmak, 12 Eylül olaylarına tanık olmak, idamlar vs. Neler yaşadınız, neler gördünüz o yıllarda? Deniz Gezmiş nasıl biriydi?

Deniz benim küçüğümdü. 5 Mayıs geliyor… Deniz’in asıldığı gün. (gözlerimiz doluyor) Rahmetli eşimin beni teskin ettiğini hatırlarım 5 Mayıslarda… O gün de beni teskin etmişti.
Deniz, çocuk ruhluydu. İkinci kitabımda bunu yazıyorum… Deniz vatanseverdi.  Ne Amerika ne Rusya bağımsız Türkiye diye Dolmabahçe’den yukarıya koşardık. Deniz’i kıskanırdık. Niye kıskanırdık? Bütün kızlar etrafında! Ne konuşur, ne yapar? Sabaha kadar konuşurlar onlar da sıkılmazlardı. Biri gider, biri gelir, biri gider, biri gelirdi… Deniz’i etrafı kız tarlası! Peki, bu kızlar bize niye gelmez? (gülüyoruz). Hep Deniz’e giderler çünkü Deniz, çok hoş sohbet ve kızlara karşı o kadar nazikti ki bizi maganda gibi görürlerdi, Deniz’i öyle görmezlerdi. Yakışıklı mı? Yakışıklı. Esmer güzeli idi. Ben de yakışıklıyım ama bana niye gelmez?

Bir de ondan ayrıldığım bir nokta oldu. Sonra beni geçti ama. Bir gün bağırıyor “kavga, kavga, kavga” diye.

“Ne kavgası ulan, kavga etmek kim, siz kimsiniz!”.

“Sus Rıza!”

“Ne oldu lan?”

“Sus ulan, ajitasyon yapıyorum ben”

“Ajitasyon ne demek?”

Anlamını bilmiyor muydunuz gerçekten?

Ben bilmem ki, ben Tarlabaşı’nda yetişmişim, kavgayı biliyorum. Bu kavgayı bilmez… Sonra herif Filistin’e gitti. Kavganın kralını öğrendi. Kendi sehpasına kendisi tekme attı. Kendi sehpasına kendisi tekme atarken, hiç çekinmeden hakime de gerekeni söyledi. Sanki benim kaderim onunla beraberdi. Ben de idamda bulundum! Kızım Lütfiye’nin annesi, rahmetli eşim Çiler Hanım bana ilaç verdi (12 Eylül zamanı)…

Deniz Gezmiş ile işgal günlerinde neler yaşadınız?
Deniz ile işgali kaldırmak için beraberdik, işgali kaldıracağımız gün 2 tane olay oldu. Birincisi işgali kaldırma günü verdik, ikincisi; yukarıda biz işgal konseyinde konuşmalar falan yaparken, Deniz yukarıya hiç çıkmazdı. O, bahçede dolaşırdı. Habire Molotof patlatırdı. Sonra Sulhi Dönmezer’ den haber geldi; “yapmasın, etmesin, oradaki antika silahları yerine koysun” diye. Gittik hepsini yerine koyduk, O hala aşağıda “rap rup, rap rup” örgütleme yapmış dolaşıyor bahçede. İşgali kaldıralım mı, kaldırmayalım mı tartışması yaparken biz, geldi. Burası çok önemlidir;
Deniz’in söylediği çok önemli bir laf var. O sırada da atom Rektörlüğü’ne gittik Şerif Egeli ile ben, Deniz, Mehdi, Özer, Sıddık Coşkun hep beraber gittik. Deniz ile Sıddık Coşkun girdiler içeriye, biz de dışarıda bekledik. Deniz geldi ve dedi ki; “Şerif Egeli ile anlaştık, yarın kaldıracağız işgali”. Küt! Kürtler ayaklandı. Doğu gurubu vardı, Yurtsever Doğu gurubu, onların çoğunu biz Kürt olarak bilmezdik. Kemal Bingöllü’yü hatırlarım çok aklı başında birisiydi keza kendisi de işgal konseyi başkanı idi. Ayaklandı hepsi, “biz gidiyoruz, işgal kalkmaz!” dediler.

Siz ne yaptınız?

Deniz, hiç unutmam masaya fırladı çıktı, dedi ki;
“olmaz arkadaşlar! Mahkeme kararı var. Biz mahkeme kararlarına aykırı mı hareket edeceğiz, bizi aykırı mı düşüneceksiniz, biz mahkeme kararlarının dışında mı düşüneceğiz? Mahkeme karar verdi işgalin kalkması için, kanunlara saygı gösterelim” dedi. Kürt arkadaşlar, “bu bir teslimiyettir” dediler ve basıp gittiler. Sabah da, sabah namazından evvel, Beyazıt Camii’nde toplantı olduğu haberi geldi. 

“Bize saldıracakmış dinciler “ dedi Deniz.
O zaman dinciler işte, Kanlı pazarı yapanlar, bugün de Amerika’yı tutuyorlar aslında. İsmail Kahraman, önde gelenlerinden biridir onların, çok iyi bilirim onu ben.

Deniz ile daha bir şey konuşmamıştık ki tekrar geldiler Kürtler. Özür dilediler. “Terk etmek diye bir şey olur mu ya? Biz hata yaptık, sizin fikrinizde değiliz ama burayı terk etmek çok yanlış” dediler. Ana binanın sol yanında Sahaflar’ a bakan bölümde postahane vardır, orada toplandık. Tabii camiye de insanlar doluyor, Deniz dedi ki “yahu kim girer camiye”… Dedim “ulan ben namaz biliyorum”. Hemen üzerindeki (yakalandığı gün üzerinde olan boğazlı kazağı çok severdi) kazağı çıkardı kısa kollu (onu da çok severdi) ekose, oduncu gömleği ile kaldı. “Al bunu giy” dedi.

Girdim camiye, bir baktım karşımda Cihan Alptekin’in, rahmetlinin söylediği Asım Mailmail orada oturuyor. Kanlı pazarın tertipçisi bu kişi için Cihan Alptekin, “gel bunu dekana şikâyet edelim” demişti.

“Ulan Asım” dedim (küfür ederek) “bize mi saldıracaksınız!”

 “Yok ya alakası yok, biz sabah namazına geldik.”

Hâlbuki orada bir tükürükle boğarlar… Biz 100-150 kişiydik camiye giderken. Neyse döndüm geriye, bir baktım Deniz. Elinde bir tane boru (su borusu) yerdeki camlara vuruyor. Isınma hareketi yapıyor. Üşümüş, donmuşuz sabah…

“Deniz, nerede millet?” 

“Ya Rıza be, çocukların uykusu geldi, gönderdim”

 “ulan tek başına sen ne yapacaksın? “

“atlar gelirim”

Nitekim öyledir Deniz… Birinci sınıf amfisindeyken ülkücülerin üzerine bir uçuşu vardı onun, o uçarak girerdi kavgaya…

Valiliğe doğru bir yürüyüşünüzden bahsetmiştiniz…

Evet, Cağaloğlu’na valiliğe yürüyüş yaparken, Deniz geldi. Özbağ pardösüleri vardı o zamanlarda, üzerinde Amerikan bayrağı olan pardösüler. “Caart “diye o bayrağa iki tane çarpı koydu. Sonradan da Özbağ pardösülerinden Amerikan Bayrağı kalktı. Sonra Türk Amerikan İş Bankası vardı, oraya da bir taş attı Dolmabahçe’de iken.

Ben yurtta kalıyorum, o zamanlar Deniz 1’nci sınıfta iken, ben 4’ncü sınıfa geçmiştim. Tabutla giderken, frukolar (o dönem toplum polisi için kullanılan argo ifade ) bize saldırdı. Osman diye bir çocuğu döverlerken, ben Osman’ı kurtardım, sonra dağıldık. Deniz’i arıyorum, Deniz piyasada yok. Herkes dağıldı. Meğerse rektörlüğün önüne gitmiş. Ben de anlatıyorum yurdun önünde millete o sırada, bu adamlar Amerikan uşağı, şöyledir, böyledir derken bir çember sakallı geldi ve bir beysbol sopasıyla çaktı bana. Durum “foşurt” …Hala izi vardır burada (kafasını işaret ediyor)… İsmail Kahraman’ın gurubu!

Sonra ne oldu?

Sonra beni hastaneye götürdüler tabii, dispanser var orada, morfin verecekler falan. “Dikin” dedim ama diğer taraftan da ; “ulan bak, sizi perişan ederim! Sakın ha, bana çember sakallıların Bugün gazetesinden çıkıp da vurduklarını söylemeyin, belirsiz deyin” dedim. Neyse bandı koyduk, geldik… Rektör; “ooo hoş gelmiş Rıza gelmiş, gazi Rıza Paşa buraya gelmiş” dedi gülerek…

Askerlik döneminiz de olaylı olmuş...

Ben 12 Mart’ ta askere gittim. Kızım Lütfiye’nin annesi için 12 Mart’ ta askerlikten kaçtım (nişan günümüz önceden belirlenmişti derken gülüyoruz)… Sonra, Bülent Taner ile karşılaştım, asistanımızdı. Bülent Taner dedi ki; “Deniz’ e haber ver, yerini değiştirsin”… Cihangir’de dişlek Yavuz vardı, gittim;

“parola?”

“makinalı mitralyöz”

“fişek” dedi ve tabii biz o zaman girdik içeriye… Dedim “Deniz’e söyleyin yerini değiştirsin”…

Bu duygu durumu nasıl bir şey?

Bu çok başka bir şey, bu duygu anlatılmaz yaşanır… Ben şu anda bile sana bunları anlatırken sevgiyle anlatıyorum, üzüntüyle değil. Bir Tarlabaşılı olmak, bir devrimci olmak, sevgidir. Devrimcilik sevgidir. Ben sevgiyle anlatıyorum bunu, hiç öyle üzüldüğümüz yanı yok. Çünkü Nazım’ın şiirinde öyle söyler;

“Atlılar atlılar kızıl atlılar,

Atları rüzgâr kanatlılar…

İşgal var işgal güneşi zapt edeceğiz…

Uçtu gittiler, geride kalanlar var”… 

Hiç bakmayacaksın bile arkaya, gideceksin sen devrimin kavgasına. Biz sevgiyle büyüdük. 68 kuşağı sevgidir… Oradaki temelimiz sevgiydi. Deniz ise bir Prometheus, bir Apolon, bir Zeus değildi, bir Ares de değildi… Sevgiydi!

Kitap yazmaya nasıl başladınız?
Arkadaşlarım dediler ki, “ Ali Rıza bak, hepimiz ölüyoruz. Niye anılarımızı yazmıyorsun, yazsana anılarımızı?”

Ergenekon sırasında ben anılarımı yazmaya başlarken, Tuncay Özkan,” Getirsene yazdıklarını bana” dedi (benim yazmam eski usuldür, ben kalemle yazarım. Kalem olmadan yazamam).

Mesela ben savunmayı hazırlamam. Ben savunmayı beynimde yazarım. Kaleme dökersem de tam dökerim ama beynindekileri oku dersen okumam çünkü anlatmaya başladığım zaman… E gördün sen (gülüyoruz)

Tuncay Özkan aldı benden yazdıklarımı ve “ Ağa, sana bir şey söyleyeyim mi? Sen konuşur gibi yazıyorsun, sen roman yaz. Bunları romana çevir, yok mu bir kahraman” diye sordu.
“var” dedim… Eşkıya Kemal var…

Çok güzel bir anlatım, harikaydı…(kitabı okuyan anlayacaktır)

İşte oradan başladım yazıya. İçim yanıyor, onu da söyleyeyim. Çok eski bir arkadaşım, Kuvayı Milliye ile ilgili olan yazılarımı redakte edecekti, sarhoşluğu yüzünden kaybetti!

Eyvah! Gerçekten çok üzücü. O kadar emek boşa mı gitti, kopyası yok muydu? Ne yaptınız?

Bir küstüm ki kendime, ona da bir şey demedim. “Canın sağ olsun” dedim. Kopyası yoktu hayır. Aslı gitti maalesef. Onda bir bölümü hatırlıyorum ve toparlamaya çalışırken onu şu anda yazdığım bu kitabın içine soktum. Senin okuduğun kitaba… Hangi bölüm onu söyleyeyim; çaycı Ahmet’in dramı…
Radyo programınızı sormak istiyorum, nasıl başladı?

Ben radyoyu çok severim. Çok iyi bir radyo dinleyicisiyim. Mesela, maçları radyodan dinlemek bana keyif verir çünkü radyo tiyatrosuyla büyüdüm. Çehov’un hikâyelerini dinledim, Dostoyevski hikâyelerini dinledim. Arkası yarınları hep radyodan dinledim. Bir nevi radyo koliğim. Arabadaki 82,1’den klasik müzik dinlerim mesela…

Ben, Çevre radyo’ da program yaptım. Bir taraftan tutuklanıyorlar, bir taraftan ben avukatlıklarını yapıyorum. DHKPC’ nin radyosu dediler. Dursun henüz ölmemişti. İşin tuhafı, ben Çevre Radyo’da program yaparken, Gazi’deki faili meçhul cinayetlerin işlendiği gündü. İnsanları taradılar. Bir dergâhı taradılar.

Uzun süre Çevre Radyo’da hukuk ve adalet üzerine program yaparken, sorular gelirdi, canlı telefon bağlantılarımız olurdu. Gece 24’e kadar radyodaydım.

Radyo kapatıldı tabii, başka yerde neden devam etmediniz?

Zaman olmadı ki… Çevre Radyo’nun dışında da birisi bana “gel” demediği sürece ben “gelirim” demem. Tarlabaşı huyu işte… Birisi bana “gel” diyecek…

Sporla aranız nasıl?

Uzun bir süre hayatımın en güzel günlerini iki yerde geçirdim; 1’ncisi Beşiktaş Jr. Takımında futbolda, 2’ncisi Beyoğlu Spor ’da geçirdim, Rumların arasında… Rumlar ’la Ermeni’lerin çatışmasını orada öğrendim. Beyoğlu spor ’da uzun süre voleybol oynadım. Sonra kardeşimi sakatladığımdan dolayı bıraktım. Bir günden  bir güne kardeşim ağzını açıp da “benim kolumu kırdın, spor hayatımı bitirdin” demedi ki biz anlaşamayız kardeşimle ama severiz birbirimizi. Yeğenlerim özel severler beni.

Sporla hep iç içeydim, şanslıydım. Mesela Rıza Maksut (Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil etmiştir), Beyoğlu Spor ‘da atletizm hocamız oydu. Halter de yaptım, aşağı tarafta kumarhaneyi izlerdim, Metin Oktay ile de arkadaşlık kurdum. Sonra, Metin Oktay’la başka işimiz oldu. Kendisi son derece saygın bir beyefendi idi. Bir taraftan top oynardık.

“Benim babam Fenerbahçeli, sen Fenerlisin” derdim. Bana sorarlardı, “sen hangi takımlısın diye. Fenerbahçeliyim derdim ama Fenerbahçe’nin değil, Beşiktaş’ın maçlarına giderdim… Sarı lacivert renkleri sevmem, siyah beyazı severim. Ulan dedim ben Fenerli değilim. (gülüyoruz)

Babamın patronu da Beşiktaş Divan Kurulu Başkanı’ydı. Ne zaman Beşiktaş’ın ilk kongresine çıktım, yukarda ağladım. Bir hizmetkârın oğlu olarak, Beşiktaş kongresini idare etmek hayatımın en büyük keyfiydi. “Babam keşke yaşasaydı da görseydi” dedim. Ben o kongrede divana çıktım Başkan olarak… Süleyman Seba’nın eline ben verdim mazbatayı. Alâeddin Çakıcı gelmiş, yok kongreyi karıştırmış falan külliyen yalan. Sonra senelerce kongre başkanlığı yaptım ama en büyük iltifat Süleyman ağabey’ den geldi bana. Çok zarif bir adamdı. “Bir gün beraber içmeye gidelim” dedi, gittik. Ben onun başkanlığı terk etmemesi için konuşacağım. O sırada ne olduysa, bugün benim evlilik yıldönümüm deyince, “arar mısın hanımını” dedi. Eşime dedi ki; “hanımefendi, çok özür dilerim, çok ayıp ettim. Ben sizin evlilik yıldönümünüzde nasıl bu arkadaşı buraya aldım, bu sizin gününüzdü beni affeder misiniz” dedi. Sonra çiçek göndermiş hiç haberim yok… Çok beyefendi çok başka bir adamdı.

Aramızda geçen şu diyaloğu hiç unutmam ;

“ulan, ne eleştirdin beni. Her yerde eleştirirsin beni ama seni niye severim biliyor musun Rıza?"

“Niye Süleyman ağabey ?”

“Hiç hakaret etmedin”

Hukukçu kimdir?
Bir hukukçu şudur; kimin söylediğini bilmediğim bir söz var ki bunu hayatım boyunca hafızamda tutmuşumdur; AVUKAT DEMİRİ BÜKER! Bir de Sulhi Dönmezer’in bir lafı vardır, senelerce ben muhalefet ettim Sulhi Dönmezer’ e, işte TCK 141-142 sonra Türk Ceza Hukuku Derneği’nin kuruculuğunda onunla beraber oldum. Beni gidene kadar sevdi, “sen bilir misin benim Beşiktaşlı olduğumu, sen bilir misin Deniz ihtilali becerseydi ben adalet bakanı olacaktım” dedi. Sistemli bir adamdır. Sulhi Dönmezer bir panelde bir hocaya dedi ki; “bak Erol, sen saat tamir ediyorsun, Ali Rıza saat yapıyor!”

Hukukçu saat yapar…

Ben asistan olmak istiyordum. İki tane imtihana girdim, 2’nci ve 3’ncü sınıfta. O zaman bizde yazılı ve sözlüydü sınavlar. Bana bir soru sordu Halit Kemal Erbil;

“sen ne olmak istiyorsun?

“Asistan olacağım”

“olamazsın “

“niye?”

“sen İngiliz hukukçuları gibisin. Sen ballister (yüksek ceza avukatları) değil, solister (hukuk işleri yapanlar) olursun” dedi.

Bunu bana sorduğu bir soruya verdiğim cevaba istinaden söyledi. Ben sorduğu soruyu kitaptan anlatmadım, kitap aklımda bile değildi, ne bileyim ulan kitabı? (gülüyoruz)
Soru şu idi, “Haksız iktisap nedir, gabin nedir?

Anlattım; “Bakkala gidersin, bakkaldan 1 kilo un istersin, bakkal sana 1 kilo 200 gram un verirse, sen o 200 gramı kendine almış olursun bu bir haksız iktisaptır. 1 kilo şeker istersin, kaç para dersin, o da der ki 5 lira hâlbuki şeker 3 liradır, senden 2 lira fazla almıştır. Buna da gabin denir” dedim.
Hukukçu bir sanatkârdır. Bir hukukçunun kıvrak bir zekası olacak. Anında kavrayacak, kavrayamazsa hukukçu olamaz.

Adalet nedir sizce?
Adalet, zenginlerin mahkemesinde dağıtılan, fakirlerin cezaevinde çektikleri bir mefhumdur.

Oldukça net oldu bu harika…

Gençlere tavsiyeleriniz neler?

Çok çalışacaklar, okuyacaklar. Bilhassa, ben sevmemekle beraber şunu yaptığımı gördüm; Matematiği iyi bilen bunu iyi becerir. Matematik bilhassa burada lazım bir, iki, kitap okuyacaklar! Yenileşmeyi takip edecekler… Para için değil, sanat için çalışacaklar. Eğer bir hukukçu, iyi bir hukukçu olmak istiyorsa (benim eşimle kavgam budur, ben para almam sanatçıyım). Otomobil tamir etmem, otomobil yaparım. Ben otomobilin ustasıyım kalfası değilim. Kendimi satmam.

Hayatımda ilk defa birini bugün kırdım. Adamın biri geldi, eski bir müvekkilimdi. Bana bir dosya getirdiler. Dedim ki “bu dosyaya bir bakayım, vekâletname çıksın, fotokopi çekeyim, 5 milyar TL para isterim.”

“aaa olmadı” dediler.

“Ne olmadı?”

“Sen daha az para alıyormuşsun”

Şöyle kendi kendime baktım, demek ki beni ucuzcu avukat biliyorlar. Suistimal ediyorlar. O an dayım aklıma geldi. Benim rahmetli dayım greyder işçisiydi. İlk olarak da İncirlik üssünde çalıştı. O zamanın parasıyla 750 TL isterdi. Millet ise 250 TL’ ye çalışırdı. Ama dayım açlıktan öldü biliyor musun? 750 TL’yi vermedikleri zaman iş yapmadı. Şimdi o safhaya geldi. Bu işin ustasıyım, daha da ustalaşmak istiyorum ama bir şey katmak istiyorum. İnsanlara bir şey vermek istiyorum. Nasıl yapacaksın bunu? Mesleği seveceksin… Para kazanmak istiyorsan giyin, ha jigololuk yapmışsın, ha lafla insanları dolandırmışsın. “Herkesi tahliye ediyorum” diyen adam, beni de aldatabilir. Ama herkesi dolandıran bir adam Tarlabaşılı değildir. Çünkü Tarlabaşılı dolandırmaz. Yalanı dolanı yoktur, yüzüne söyler.

Müvekkillerinizi neye göre seçiyorsunuz?

Güzel soru… Irz düşmanlarıyla işim yok. Ensest ilişkiye girenlerle kesinlikle işim olmaz.

Bu çok ciddi bir sorun, özellikle de ülkemizde…

Ensest ilişkinin hukuksal boyutunu da inceledim. Türkiye’de maalesef ciddi bir sorun. Röportaj olarak ilk defa söylüyorum bunu. Adil yargılanma mefhumu, Anadolu’dan çıkmış. Ne eski Mısır’dan, ne İnka’dan, ne Kızılderililerden ne Anglosaksonlardan, ne Fatih Sultan’ dan… Hepsinden evvel adil yargılanma tabiri Hititlerden çıkmış. Başka bir şey daha var adil yargılanmada, kız çocukları 2’nci plandadır ve ensest ilişki serbesttir. Çelişkiye bak! Bazı bölgelerde hala o yaşantı günümüze kadar süregelmiştir. 

Bunun cezası yeterli mi peki?

Cezası yeterli değil ama ceza değil buradaki espri. Buradaki espri, o kültürü ortadan yok etmen lazım önce. O kültür ortadan kaldırılmadıkça, sen o bataklığı kurutmadığın müddetçe, o sivrisinekler yine olacak. Düşünebiliyor musun? 30-35 sene ceza yiyorlar, 5 dakikalık zevki için! Bunlar ruh hastası. Bir baba evladına bir şey duyabilir mi?

Baba olmak nasıl bir duygu tarif eder misiniz?

Aaa, bak şimdi bir gün (ismini vermeyeceğim) bir sanatçı geldi, davalarına bakıyorum. Bana demez mi eşiyle boşanma davası için “ya şu nafakayı düşürsene” diye. “hadi lan, çocuğuna bakmayan baba olmaz” dedim. Ondan sonra hep bir örnek veririm. Nazım Hikmet’in romanından bir örnek… Nazım Hikmet bir roman yazmıştır, “kan konuşmaz”… O roman şunu anlatır; Evin beyefendisinin, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden evvel, evin hizmetkârının kızını iğfal eder, günler geçer kızın karnı şişer. Sonra bakarlar ki kız hamile. Hemen kızı evden atarlar. Kızı evden attıkları zaman çok yağmur yağar. Annesi bile kızına sahip çıkamaz, hizmetkârdır. Kunduracı kör Cemal Efendi, kızı sokakta bulur,
 “gel buraya kızım, otur şu köşeye, kızım ben seninle nikâh yapacağım ama sen benim eşim olmayacaksın”

Kızla nikâh yapar. Kız doğurur, çocuk okur, İstanbul’un en iyi avukatlarından biri olur. Bir gün Cemal Efendi’ye Şişhane yokuşundan geçerken bir araba çarpar. Cemal Efendi komadadır. Çarpan arabanın sahibi ise, çok önemli bir tanınmış zengindir. Bunu tutuklamazlar, serbest bırakırlar. Çocuk yazıhanesindeyken, sekreteri içeriye girer ve

“bir beyefendi geldi, sizinle görüşmek ister”

 İçeriye buyur eder, çocuk beyefendiyi tanır, “maruzatınız?”

“Bir teklifle geldim”

“Buyurun sizi dinliyorum”

“Alın davanızı geriye”

“Neden?”

“Alın davanızı geriye, beni mahkûm ettirmeye mi çalışıyorsunuz?”

“Adalet ne derse o olacak”

“ama siz bilmiyorsunuz ki…”

“neyi?”

“senin asıl baban benim”

“aaa! Öyle mi? Kan konuşmaz ki, benim babam Cemal!”

Benim babadan anladığım budur, daha fazla söze gerek var mı?

Kesinlikle yok…
Son bir mesaj alabilir miyim okurlarım için?

Sevgisiz bir dünyada yaşanılmaz, sevgi bulunmaz, sevgi yaratılır! Ben dün bir duruşmaya nasıl gittim biliyor musun? Lili Marleen ile gittim… Çünkü Lili Marleen çaldığı zaman düşmanlar o sırada ateş etmiyorlar. Lili Marleen sevgisinde buluşuyorlar…

Sevgi ve adalet ile

PINAR TOK

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
PROF.DR.SEVİL ATASOY

İlham aldıklarım...

İlham aldıklarım...
BETÜL MARDİN

Güzel ANNEM sen hep benimlesin💜

Güzel ANNEM sen hep benimlesin💜
Annem

W.SHAKESPEARE

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin, şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta.

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *


Bu Blogda Ara

Translate

Blog Arşivi

HER ŞEYE RAĞMEN GÜLÜMSE

HER ŞEYE RAĞMEN GÜLÜMSE
GÜLÜMSEMEK GÜLÜMSEMEYİ ÇEKER ;)

sporun her rengi

sporun her rengi
JET SKİ sevenler

PİLATES AŞKI

PİLATES AŞKI
SAĞLIKLI YAŞ ALMAK İÇİN