İlk algıda Suç ve Ceza' yı çağrıştıran bir kitaptan bahsediyoruz bu keyifli ve sıra dışı söyleşide. Prof. Dr. Sultan Tarlacı bu kitabında, olayları insan davranışı, sosyal sinirbilim, suç, fedakarlık ve kahramanlık üzerinden nörobilimsel bir bakışla ele alıyor.
İnsanlar Habil- Kabil' den beri neden şiddet gösterirler, sağ ve sol beyin dengesi nasıl sağlanır, mehdilik beklentisi neden tembelliğin diğer adıdır, uzaktan kontrol ediliyor olabilir misin, psikopatların beyni neden farklı çalışır vs. gibi birçok önemli soruya cevap bulacaksın...
Sultan Tarlacı, 1970 yılında Rize’de doğdu. 1995 yılında Tıp fakültesini birincilikle bitirerek Tıp doktoru, 2000 yılında Ege Üniversitesinden Nöroloji uzmanlığını aldı. 2000 yılında, Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü, 2001’de TÜBİTAK-Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü ve 2003’de de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Sedat Simavi, Sağlık Bilimleri Ödülü almıştır. 2014 yılında Tıp Fakültesi, diş hekimliği, veterinerlik başta olmak üzere sağlık bilimleri öğrencilerini aynı sosyal çatı altında toplayan ve onları bilimsel araştırmalara yönlendiren NeoCortex öğrenci topluluğu tarafından ödüle layık görüldü.
İnsanlar Habil- Kabil' den beri neden şiddet gösterirler, sağ ve sol beyin dengesi nasıl sağlanır, mehdilik beklentisi neden tembelliğin diğer adıdır, uzaktan kontrol ediliyor olabilir misin, psikopatların beyni neden farklı çalışır vs. gibi birçok önemli soruya cevap bulacaksın...
Sultan Tarlacı, 1970 yılında Rize’de doğdu. 1995 yılında Tıp fakültesini birincilikle bitirerek Tıp doktoru, 2000 yılında Ege Üniversitesinden Nöroloji uzmanlığını aldı. 2000 yılında, Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü, 2001’de TÜBİTAK-Beyin Araştırmaları Derneği Araştırma Teşvik Ödülü ve 2003’de de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Sedat Simavi, Sağlık Bilimleri Ödülü almıştır. 2014 yılında Tıp Fakültesi, diş hekimliği, veterinerlik başta olmak üzere sağlık bilimleri öğrencilerini aynı sosyal çatı altında toplayan ve onları bilimsel araştırmalara yönlendiren NeoCortex öğrenci topluluğu tarafından ödüle layık görüldü.
2003’de yayınlanmaya başlanan,
sinir bilimi ve kuantum fiziğini ele alan Uluslararası
NeuroQuantology Dergisinin kurucusu, isim babası ve baş editörüdür. Dergi
Ocak 2008’de Uluslararası bilimsel veri tabanlarına (SCI, SCI-E) kabul edildi.
Halen 15. Yılında ve yayınına baş editörlüğünde düzenli olarak devam
etmektedir. Konuyla ilgili yurt dışında NeuroQuantology adlı
bir kitap yayınlanmıştır (Nova Publisher., 2014).
SCI’ye giren, 40’ın üzerinde
nöroloji, sinir bilimi, nörofelsefe araştırma ve gözden geçirme makalesi
yayınlamıştır. Bu makalelerine 1000’e yakın yabancı kaynaklarda atıf
yapılmıştır.
Birçok TV programına sinir
bilimleri, beyin, kognitif bilimler, sınır bilimler, bilincin farklı halleri ve
davranış bilimleri konusunda davetli konuşmacı olarak katılmaktadır.
Nöroloji ile ilgili Acil
Nörolojik Hastalıklar (2004/2008) adlı kitabı vardır. 2014 yılında “197
Gün” adlı romanı yayınlandı. Popüler bilim kitapları olarak ÖlümSözlük (2016), Schrödinger’in
Kedisi Neden Şizofren Oldu? (2017) ve Mağaradan Mars’a (2017)
adlı kitapları yayınlanmıştır.
Halen, toplumsal olayları ele alan,
birey-toplum ve beyin-davranış ilişkilerini, şiddet ve özgeciliği konu edinen,
insan psikolojisini ele alan bir kitabı yayına hazırlanmaktadır.
Türk Nöroloji Derneği altında
hizmet veren, Nörolojik Yoğun Bakım ve Kognitif Nörobilim Grubu Çalışma
Üyesidir. NeuroQuantology dergisinin
baş editörlüğünü sürdürmekte ve sinir bilimi ile ilgili TV programlarına davet
edilmektedir.
Suç ve Beyin kitabının çıkış noktası nedir? İsim olarak bir klasik
olan Suç ve Ceza’ yı çağrıştırması tesadüf mü, özellikle mi yaptınız?
Suç ve Ceza’yı çağrıştırması
tesadüf değil. Özellikle yaptım. Hepsi içimizde var çünkü. Bir sinirbilimci
veya beyin hastalıkları uzmanının, 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi ya
da daha açık bir ifadeyle “işgal girişimi” hakkında ne yazabileceğimi merak
ediyorsunuzdur. Bir sinirbilimci; bireysel özgürlük ve toplumsal demokrasi
hakkında ne yazabilir? Nihayetinde ne bir siyasetçiyim, ne güvenlik uzmanı, ne
sosyolog ne de hukukçuyum.
Ancak, insanı yöneten sistemin ve
organın “beyin” olduğunu düşündüğünüzde, kişilerin oluşturduğu davranışların
sinir bilimsel bir açıklamaya indirgenebileceği rahatlıkla anlaşılabilir.
Örneğin, sokaktaki kişilerin
dışarıdan sadece uzun süreli davranışlarına bakarak ve izleyerek onları tahlil
edebilirsiniz. Bencil (egoist) mi? Kötü mü? Manyak mı? Psikopat mı? Özverili
mi? Yardımsever mi?
Bir sinirbilimci, psikiyatr ya da
psikologsa kişinin davranışlarına bakarak, beyninin hangi bölgesinin ön planda
ve baskın çalıştığını görür. Tıpkı hastanede muayene odasının kapısından giren
yaşlı amcanın adım ve yürüme, oturmasına bakıp daha muayene etmeden Parkinson
hastalığını görmeniz gibi. Sonuçta insanların oluşturduğu her şey, beynin
ürünüdür. Sanat, siyaset, ideolojiler, teknoloji, savaşlar, terör ve bilim
de... Hepsi ama hepsi...
Dolayısıyla bu kitapta, bireysel
beyni ve onun davranışlarının nedenlerini, ardından da toplumsal
beyinsel ağları ele alacağım. Hepimiz kaslarımızla hareket etsek de,
bir irademiz olduğunu düşünsek de, özgürce seçimler yaptığımızı kabul etsek de
bütün bu davranışların temelini kafatası kemiğiniz içinde yer alan 1,5 kilo
etmeyen beyin oluşturur. Bu bakış açısı ile 15 Temmuz’da yaşadığımız işgal
girişimi olayının beyinsel temelini, toplumsal tepkiyi ve bütünlüğünü
anlamaya çalışacağız. Oradan da insan olarak aslında ne olduğumuz hakkında
toplumsal bir çıkarımı hep birlikte yapacağız.
En basit olarak bireyler,
davranışlarını yöneten bir beyne sahiptirler ve toplum da bireylerin
algı/davranışlarından oluşur. Bu yüzden toplumların da aslında beyinlerden
oluşan bir üst algı/davranış örüntüsü vardır. Bu toplumsal örüntü öyle bir
ilişki sunar ki bireyler toplumsal davranışı oluştururken, toplumsal yapı ve
çevremizde bulunan diğerleri de bireysel davranışları belirler. Aslında
kendimiz bir şey yaptığımızda onu sadece birey olarak kendimiz yapmamışızdır.
Toplumsal etkileşimin bir parçası olarak yapmışızdır.
Dolayısı ile 15 Temmuz’da
yaşananlar aslında bir yönüyle kişilerin veya daha da ötesi onların oluşturduğu
grupların ve toplumun beyinleriyle ilgilidir.
Özetle tüm siyasi, ideolojik ve
dini kavgalar aslında beyin içi ya da beyinler arası kavgalardır. Beyin içi
kavga yapan beyinsel yapıcıkların hangisinin baskın geldiğine veya kavgayı
kazandığına göre dünya üzerindeki 7,5 milyar insanın farklı davranış yapıları ortaya
çıkar. Elbette bu 7,5 milyar beynin bazı ortak örgü, algı ve davranış
özellikleri de vardır. Toplumu oluşturan bireylerin beyinlerinin benzerlik ve
farklılıklarına göre de kaderleri belirlenir.
Birliktelikler ve gruplanmalar da
işte bu ortak özelliklerden kaynaklanır. Solcular, sağcılar, komünistler,
liberaller, Müslümanlar, Maocular, Hıristiyanlar ve mezhepler, teröristler...
Bireylerin hepsi farklı beyinlere sahip oldukları (sanıldığı) halde, beyinler
arasındaki algı ve davranışların ortak ağırlık merkezine göre kümelenme
gösterirler. Kümelenen beyinler de yukarıda bahsettiğim ilgili grupları
oluştururlar.
15 Temmuz’dan sonra FETÖ ve
terörist kalkışma konusunda birçok kitap yazıldı, halen yazılıyor. Konuyla
ilgili birçok belgesel çekildi, çekilecek. Birçok tartışma yapıldı ve yapılacak.
Bu kitabı okuduğunuzda, 15
Temmuz’da yaşadığımız işgal girişimine çok farklı bir yönden bakacaksınız.
İnsan algısı, davranışı ve beyni açısından...
Suç beynimizde mi? Nedenleri…
Şiddet, insanın varoluşundan bu
yana gördüğümüz bir olgudur. Değişik şiddet yönelimleri olsa da en bilindik
olanı ve en rahatsız edici olanı insanın-insana şiddet göstermesidir. Elbette
diğer canlılara, özellikle de hayvanlara gösterilen şiddeti de hatırlamak
gerekir. Yunan mitolojisinde tanrılarla insanlar arasında, insanlarla insanlar
arasında ve bugün bile her yerde gördüğümüz, yüzümüzü buruşturarak baktığımız
bir sorundur. İnsan ister evrimle ister Tanrı eliyle yaratılmış olsun, her iki
durumda da varlığını fark eder etmez, ilk yaptığı iş kendini koruma içgüdüsüyle
hayatta kamaya çalışmak ve sonraki adımda şiddettir. Sinir bilimsel olarak
bakıldığında, insanın “öteki” insanlarla olan çatışmasının kaynağının aslında
beyin yapısında ya da işletim sisteminden kaynaklandığını anlamak hiç de zor
değildir. Temelde bizi biz yapan beynimizdir. Kim olduğumuz, nasıl
davrandığımız, “ötekini” nereye koyduğumuz ve onu nerede konumlandırdığımız,
olayları nasıl yorumladığımız, olaylara verdiğimiz duygusal tepkiler. Hepsi ve
hepsi... Sonuçta katil olmak da beynimizle yakından ilgilidir.
Beyin evrimsel olarak milyonlarca
yıl içerisinde, kendini koruyarak ve değiştirerek yaşamda kalma mücadelesi
vermiştir. Beyin bu mücadelesini kazandığı için de biz insan soyu olarak şu an
bu gezegende yaşam sahnesindeyiz. Beynimiz aşk, sevgi, hoşgörü, ötekini
düşünmek, diğerkâmlık, sencilik, vefa, kendini feda etme, özveri, onur gibi iyi
yönlü kavramlar oluşturur. Genel olarak bakıldığında ise yaşamda kalmak için bu
olumlu kavramlar birinci sırada yer almazlar. Şiddet ve tehlike içerebilen bu
dünyada, yaşamda kalmak beynimizin diğer karanlık yüzüyle alakalıdır. Korunma,
saldırma, yarışma, şiddet, ötekinin bizim hakkımızda ne düşündüğünü ve sinsi
planlar yaptığını tahmin etme, bencillik, bizden olanı ayrı yere koyma gibi...
Beyin deyince çoğumuzun aklına, tek
bir bütün olarak kafatası içinde taşıdığımız organ gelir. Diğer yandan da
çoğumuz, bizi biz yapan organın beyin olduğunu bilsek de, aslında hepimiz
içimizde bir katil olma potansiyeli taşıdığımızı pek görmeyiz. Belli şartlar
altında hepimiz katil olabiliriz. Bazılarımız için bu daha kolayken, bazıları
için bu ancak çok ileri tahrik durumlarında ortaya çıkabilir. Hukukçular bu
detayı bildikleri için onların ürettikleri yasalar suça verilen cezalarda suç
tahrikini göz önüne alırlar.
Beynin içinde, sürekli devam eden
karşılıklı bir iç çekişme, itişme vardır. İstisnası olmayarak beynimizin içinde
kendi kendine sürekli devam eden “iyi ile kötü” arasında bir savaş yaşanır.
Nihayetinde iyi ve kötünün denge durumuna göre, bazılarımız Habil bazılarımız
da Kabil oluruz. Bizi ilgilendiren kısmıyla, toplumsal normlar ve değerlere
göre iyi ve kötü insanlar olarak ortalarda dolaşırız. Ancak, kişisel
beyinlerimizdeki bu çatışma ve iç savaş, dış dünyaya yansıyarak, kişilerden
topluma uzanarak, dünyadaki savaşların da kaynağı haline gelir. Yani bireysel
beyinlerimiz içindeki çatışmanın dengesi, dış dünyada kötülük ve şiddetin hüküm
sürdüğü veya iyilik ve uyumlu yaşamakla sonuçlanan olaylara neden olur.
Günümüze kadar birçok bilim insanı,
beyindeki bu çatışmaya neredeyse bir asır önce dikkat çekmiştir. Bunlar içinde
en iyi bilineni Sigmund Freud’un, 1920’lerde ortaya koyduğu, id-ego-süperego
dengesi veya çatışmasıdır. Özetle, ilkel benlik olan id, sezgiseldir ve sadece
aklına geldiğini zevk için ister. Ego ise gerçekçidir ve örgütlü bir yapısı
vardır. Her şeyi isteyemez. Üst benlik ya da süperego ise eleştireldir, ahlaki
değerlere sahip bir yapıdır. Buna benzer şekilde beynimizde bilinçdışı otomatik
bir yapı da bulunur ve bu yapı hızlı çalışır, örtük, sezgisel ve bütünsel bir
tepki verme özelliğindeyken, bilinçli yapı yavaş, açık, kurallara bağlı ve
derin düşünceleri olabilen yapıdır.
Beyindeki çatışmaya dikkat çeken
diğer bir kişi de 1950’lerde Paul McLean’dir. McLean beynimizi üç temel kısma
ayırır. Bunlardan biri sürüngen beyin kısmıdır ve sağ kalmakla ilgili beyin
bölgesidir. İkinci kısmı ise limbik beyin kısmıdır ve bu bölge duygularımızla
ilgilidir. Üçüncüsü de yeni beyin kabuğu denilen (neokorteks) kısmıdır ve bu
bölge evrimsel olarak daha yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bizi biz yapan,
kişilik, karakter, mizaç, karar verme, irade ve ahlaki olarak benliğimizi
sağlayan beyin bölgesi bu üçüncü kısımdır.
Sağ beyin sol beyin ne demek? Eğitim sistemine uzanan detayları
açıklar mısınız örneklerle?
Beyinle ilgili sıklıkla
dillendirilen bir yapısal özellik de sağ-sol beyin yarı küreleri arasındaki
farklılıklardır. Sağ ve sol beyin deneysel şartlarda ayrı ayrı çalışma
özellikleri gösterebilse de sokakta yürüyen insanlar her iki beyin yarı
kürelerini bir arada kullanırlar ve iki beyinli değil tek bir beyinli
olarak yaşarlar. Sağ ve sol beyin arasında insan ilişkileri ve kişilik
özelliklerimiz, bilgiyi yorumlama ve duyguları değerlendirme açısından çok
ciddi farklar vardır. İki beyin yarı küremiz arasındaki baskınlık durumuna
göre toplumda belli etiketleri üzerimizde taşıyabiliriz ve “iyi veya kötü”
olarak adlandırılırız. Terazideki denge gibi sağ veya sol beyninizin baskın
çalışmasının ağırlığına göre, ya ideolojilere saplanan siyasetçi, radikal
dinci ya da daha geniş eğilimleri olan bir mistik olabilirsiniz.
Sağ ve sol beyin arasındaki baskınlık
farkı, kişisel düzeyde sadece sizi ilgilendirir görünse de hepimiz bir beyin
taşıdığımızdan, aileler, gruplar, bütün dünya ele alındığında o beyinlerin
toplam etkisi insanlığı oluşturur. Eğer sol beyin ağırlıklı bir dönemden
(İskender dönemi, Dünya Savaşları dönemi) geçiliyor ise veya sol beyni baskın
bir ülke öne çıkmışsa (Almanya, Hitler...) sıklıkla savaşla geçen dünya
tarihini oluştururlar. Savaşlardan artakalan kısa zamanlarda sağ beyin kendine
yer bulur ise sanatsal etkinlikleri ve yaratıcılığı ön plana çıkarır (Rönesans
dönemi gibi).
Normal şartlarda bir ve bütün
olarak çalışan, tek bir beynimiz olsa da kafatası içinde hepimiz iki beyin yarı
küresi taşırız. Bedenimizi orta hattan ayırdığımızda ise beynimiz, ortadan
birbirine bağlanmış, simetrik görünümlü, iki parça olarak gözükür. Normalde
dışarıdan, kafatası kemiğini şapka gibi tamamen çıkardığınızda –otopsilerde
olduğu gibi– iki yarım küre görürsünüz ve görüntü sanki bir cevizi andırır.
Çıplak gözle iki beyin yarı küresi arasında hiçbir fark göremezsiniz ve yapı
olarak neredeyse simetrik birbirlerinin ayna yansıması gibidirler.
Aynı görünümdeyseler, o zaman bu sağ-sol beyin tartışmaları
nereden çıkıyor?
Sağ-sol beyin tartışmalarının
nedeni beyin yarı küreleri arasındaki işlev ya da gördükleri işlerin
önceliklerinin farklı olmasından veya farklı uzmanlık alanları olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu farklılaşma o kadar güçlü ve derindir ki, dünyada içinde
bulunduğumuz iyi ya da kötü kavramlarının tümünün bu beyin yarı kürelerinin
ürünü olduğunu, beyindeki çatışmanın dünyadaki çatışmaların da yansımasıdır.
Sol beyin mantık
zinciri ile çalışan ve problem çözen yarımızdır. İdeolojik tutuculuğun ve
radikal dinciliğin merkezini barındıran, tutucu, kararlı, parçalara bölerek
analiz eden, hesaplar yaparak tahmin ve çıkarımlar yapan tipik bir borsacı
beynidir. Kişileri isimlerinden tanır, konuşarak anlaşmayı ve anlatmayı sever.
Gerçekçi hikâyelerle ilgilenir. Yazarken kendine vurgu yapar: “ben.” Ağlamayı
sevmez, mantıksal savunmalarla ağlamaktan kaçar, risk almayı pek sevmez. Somut,
ardışık zincirlemelerle ve matematiksel düşünür.
Sağ beyin ise
uzaysal ve zamansal algıyı sağlayan, sezgisel ya da ilhamla çalışan, sanat ve
müzik yeteneğinin kaynağı, bilgiye doğrudan ulaşan, mistik ve manevi beyin
yarıküremizdir. Bütünü algılamaya çalışır ve çevresine bir bütün olarak bakar,
görsel örüntüleri anlama, kişi ve çevresindeki uzayı algılama, beden dili gibi
konularda uzmanlaşır. Bu yarıküremiz, bilinçsiz ve duyusal veri girişi
olmaksızın çalışan, hayal kurabilen ve kehanetle ilgilidir. Efsanelerle
ilgilenir. Kişilerin yüzlerini isimlerinden önce tanır. Yazarken ikinci şahsa
vurgu yapar, “sen” der. Sağ beyin ağlar, ağlamayı sever ama buna rağmen daha
çok risk alabilir. Açık uçlu, soyut, eşzamanlı ve rastgele düşünebilir.
Sağlıklı ve sağlıksız beyni nasıl ayırt edebiliriz? Mesela bir
psikopat beyninin ayırıcı özellikleri davranışlara nasıl yansıyor? Nereden
anlıyoruz bir kişinin psikopatlığını?
Antisosyal kişilik bozukluğu
olanların veya psikopatların beyin çalışmasında normal kişilere göre
farklılıklar vardır. Bu işlev farklılıkları davranışlarına da yansır.
Psikopatlarda en göze çarpan özellik empati eksikliğidir. Yani bir eylemi
yaparken, eylemi yaptığı veya zarar gören kişinin neler hissettiği konusunda
bir iç görüsü yoktur veya çok azdır azdır. Bu nedenle psikopatlar bir nevi
kalpsizdirler. Aynı zamanda psikopatlar kendi güdülerinden kaynaklanan
davranışlarını kontrol edemezler. Sıklıkla ve gereksiz yere yalan söylerler.
Karşılarındaki kişileri maniple etmeye çalışırlar ve ikiyüzlüdürler.
Çevrelerindeki kişilere karşı sorumluluklarını umursamazlar. Daha çok
çevrelerini kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kişilerden oluştururlar.
Psikopatlarda beyinsel farklılık
vardır ve bu farklılık birçoğu bir araya getirilip (grupsal) beyinleri
incelendiğinde anlamlı hale gelmektedir. Bu nedenle birisinin beynini inceleyip
bu psikopattır gibi bir tanı koymak bugün için mümkün değildir ama çok uzak
olmayan gelecekte mutlaka beyinsel incelemelerle hukuk yan yana suçluyu
inceleyecek ve cezai yaptırımı ona göre uygulayacaktır. Daha önce de
vurguladığım gibi günümüzde cezalar toplumsal normlara yani değerlere göre
belirlenmektedir ve beyin tabanlı bir ceza sistemi olmadığından,
hukukun baktığı sadece akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve kişinin suçtan
ne kadar sorumlu tutulabildiğidir.
Beynin çalışmasını gösteren beyin
görüntüleme araştırmaları son 20 yılda bize beyin hakkında çok şey söylemiştir.
Kullanılan yöntemler MR, PET ve SPECT olarak gruplanabilir. Bunlar içerisinde
en çok kullanılan işlevsel beyin MR görüntülemesidir (fMRG). Bu görüntüleme
yöntemi nasıl çalışır ve ne işe yarar diye merak edebilirsiniz. Bu tür
görüntülerde genelde beynin kullanmayı sevdiği bir madde işaretlenerek kana
verilir. PET incelemesinde beyni incelemek için işaretli şeker (glükoz)
kullanılırken, fRMG incelemesinde yararlanılan şey, beynin çok çalışan
bölgesinde ihtiyaca binaen artan kan akımının ölçülmesidir. Mesela hiç hareket
etmeden bir şeyler okursanız, beyninizin görme beyin kabuğu diğer alanlara göre
nispeten daha çok çalışır. Bu şekilde yapılan işe (müzik dinleme, keman çalma,
hayal kurma, yutma, cinsel ilişki...) göre beynin hangi alanının sorumlu olduğunu
kısmen tespit etme imkânı fMRG ile mümkün olabilmiştir. Bazen de kişi (ya da
kişinin beyni) hiçbir iş yapamadan sakin ve dinlenme halindeyken bu işlevsel
beyin görüntüleri elde edilir. Bu şekilde normal psikolojisi olan
insan beyinlerinden oluşan bazal bir beyin çalışma durum tespiti yapılır. Daha
sonra da anormal psikolojisi ve davranışları olan kişilere de
aynı yöntemlerle beyin taramaları yapılıp normal olan kişilerin beyinleri ile
karşılaştırılarak, yerel ya da bölgesel olarak beyinlerinde az veya çok çalışma
şeklinde olabilecek farklılıklar olup olmadığı ortaya konmaya çalışılır.
Şizofreni nedir, nedenleri nelerdir? Tedavisi var mıdır?
Ciddi bir akıl hastalığı olan
şizofreni; duygu, düşünce ve davranışlarda bozuklukla seyreden bir hastalıktır.
Hastalık genelde 15-35 yaşları arasında ortaya çıkar. Yaşam boyu sıklığı
%1-1,5’tur. Ortaya çıkış nedeni bir tane değil, birden çok etkenin bir araya
gelmesiyledir. Genetik ve çevre faktörleri birlikte etki ederek hastalığın
tetiğini çekerler.
Tanısı hastanın gözlenmesine ve
tanımlamalarına göre konur. Anormal düşünce içeriği (sanrılar, varsanımlar,
çağrışımlarda uyumsuzluk), mantıkdışı düşünce biçimi (uzaktan televizyonu
kapatmak, televizyondan kendine seslenildiğini düşünmek), duygu durum
değişikliği (vurdumduymaz, uygunsuz, şaşkın), kendilik duygusunda bozulma
(benlik sınırlarının kaybı, dış gerçekliği içten ayırt edememe), irade
değişikliği (karar verme zorlukları, yetersiz dürtü), duyum bozukluğu (zaman,
yer, kişiye yönelimde) ve kişiler arası ilişkilerde bozulma gibi klinik
özelliklerin birkaçıyla kendini gösterir. Klinik özelliklerin baskınlığına göre
farklı alt tipleri ve adlandırmaları vardır. Klinik görünümü farklıdır. Pozitif
(varsanımlar, düşünce bozuklukları) ve negatif (vurdumduymaz duygu durumu,
sos
yal çekilme) belirtilerle birlikte olabilir.
İşitsel hayaller ya da varsanımlar
şizofrenide sık izlenir. Genellikle bunlar dinsel ve uyarıcıdırlar. Bazıları
emirler şeklindedir. Erkekler genelde emir şeklinde duyarken, kadınlar eleştiri
niteliğinde sesler işitirler. Normal insanların %30’u da bazen olmayan sesler
işitebilirler. Ancak bunlar ısrarlı değildir. Görme ile ilgili hayaller yani varsanımlar
da sıklıkla izlenir. Mantığı ya da sağduyuyu hiçe sayan düşünceler akıllarına
gelir. Normal kişilerde düşünceler, söz dizimi, anlam bilim, mantık ve duygusal
kurallara uymak zorundadır. Şizofreni hastaları erken evrede düşünceleri
üzerinde denetimi sağlamaya çalışırlar ve bu nedenle normalde bilinçsiz yapılan
düşünme eylemi üzerine bilinçli kontrol yerleştirmeye çalışınca, düşünce
süreçleri dikkat çekici şekilde yavaşlar. Çünkü bilinç insanı yavaşlatır.
Klasik bir tanımlama olarak
şizofreni, kişilik bölünmesi olarak adlandırılır. Ancak bölünen ya da
parçalanan sadece kişiliği değil, oluşan bu kişiliğin dış dünya veya nesnelerle
olan ilişkisidir de. Şizofreni hastası kendisini ve dünyadaki gerçekliği
farklı, şaşırtıcı, belirsiz ya da yabancı hisseder. Dış dünyadaki nesne
özellikleri nitelendirilemez ve bir başkasına bağlanamaz. Özellikler, bütün
içindeki yerleşimlerini yitirdiklerinden, zihinsel yaşam için taşıdıkları
tanımlanmış anlamlarını da yitirirler. Şizofreni hastalarında dış dünyanın normal
dışı ve farklı deneyimi vardır. Varsanımlar, içsel oluşan deneyimlerin
(düşünceler gibi) ve dışsal gerçekliğin farklı değerlendirilmesinden
kaynaklanır. Dolayısı ile bu hastalıkta “kendini izlemede” bir bozukluk olduğu
öne sürülür. Şizofreninin tedavisi vardır ve uzun süreli tedavi gerektirir.
Uzaktan kontrol edilme meselesi nedir? Gerçekliği var mı?
1960’lardan bu yana bazı kişiler
“zihin kontrol kurbanı” olduklarını iddia etmekte ve hatta savcılıklara
başvurmaktadırlar. Kişilerin iddialarına göre kendilerine sesler duyurulmakta,
düşünceler empoze edilmekte, telefon ve televizyonlardan mesajlar ve emirler
verilmektedir. Bunların elektromanyetik veya psikotronik silahlarla yapıldığını
öne sürenler de vardır.
Türkiye’de zihninin kontrol
edildiğini söyleyen kişiler arasında İBDA-C lideri Salih İzzet Erdiş de vardır.
Avukatı, Erdiş’e Amerikan Savunma Kurumu tarafından zihin kontrolü yapıldığını
iddia etmişti. Erdiş’in Kartal Cezaevi’nde iki kez intihar girişimi olmuştu.
Hatta gazetelerde “Kafama çip koydular” şeklindeki iddiası da yer almıştı lakin
mahkemede bu iddialar dikkate alınmadı.
15 Temmuz 2016’daki terörist
kalkışmadan sonra en çok sorulan sorulardan biri de kendilerine veya sözde
liderlerine itaat gösteren bu kadar çok sayıda kişinin, zihninin kontrol edilip
edilmediği sorusuydu.
Nasıl oluyor da okumuş, eğitimli, rütbeli, kariyer sahibi, kıdemli
insanlar kendi akıllarını başka birine emanet edebiliyorlar ve onun bir
dediğini iki etmiyorlardı? Bu akılları ele geçirme ve yönetme başarısı peşinden
gittikleri mehdilerinin mucizevi zihin yıkaması veya kontrolü müydü, yoksa
kendi akıllarını teslim etmenin rahatlığı mıydı? Yani, “Ben kendimi yormayayım,
zaten iyi olanı o bizim için düşünüyor, o ne derse doğru der ve biz onun kadar
akıl sahibi değiliz” düşüncesi miydi?
15 Temmuz gecesinde terörist işgal
girişiminde bulunanların yaptıklarına bakıldığında, ne kadar aptalca,
kontrolsüz, ilkesiz ve onursuzca olduğu görülmektedir. İnsanın aklına bunların
bir çeşit zihin kontrolüne mi tabi tutuldukları sorusu geliyor ister istemez.
Elbette peşinden gittikleri şahsın da binlerce mehdiden biri veya kâinat imamı
olduğu düşünüldüğünde, uzaktan zihin kontrolü de sağlamış olması akla gelen ilk
ihtimal!
Ülkemizle ilgili pek çok sorundan
biri de –en azından benim gözüme çarpan– Batı’daki bilimsel veya popüler
bilgileri alırken, asıllarını çarpıtarak almak, yaymak ve sonra da gerçekmiş
gibi çarpıtılana inanma halidir. Bu o kadar yaygındır ki akademik camiadakileri
de, konunun uzmanı araştırmacı-yazarları da etkisi altına almakta ve bilginin
ana karakteri değişip rivayetten de öte peri masalına dönüşmektedir. Bu tür
inanışlardan biri de (ki ülkemizde de sıklıkla dillendirilmiş hatta hakkında
kitaplar bile yazılmıştı) Amerika’nın bir dönem “metafizik istihbarat
yaptığı” ve bu istihbaratta da “cinleri” kullandığıdır.
Konuşulan ve sayfalarca yazılan bu
inanç, temeldeki gerçek araştırma bilgisinden öylesine uzaktır ki, insan gülse
mi ağlasa mı karar veremiyor.
Peki nedir metafizik istihbarat işinin aslı?
Aslı şudur: Önce Rusya’da,
1965-1995 yılları arasında Amerika’da “psişik istihbarat” denilen, insandaki
duyular dışı algıdan yararlanılarak (bir nevi 6. his) istihbarat toplama
araştırmaları yapıldı. Bu amaçla sadece sezgileri güçlü, algıları açık, psişik
yetenekleri olan insanların beyinleri kullanıldı. Söz konusu araştırmalara bir
de “çatı isim” oluşturuldu: STARGATE projesi.
Yani STARGATE, 1965-1995 yılları
arasında sürdürülen, özellikle uzaktangörü/durugörü üzerinde çalışmaların
yapıldığı ve bu çalışmaların Amerikan hükümeti ve askerinin kontrolü altında
gerçekleştirildiği araştırmaların ortak adıdır. Bu çalışma ardından, gruptaki
pek çok bilim insanı farklı laboratuvarlarda araştırmalarına devam ettiler.
STARGATE projesi içinde, uzaktangörüyü araştıran 14 ayrı özel ve
üniversitelerde bulunan laboratuvar vardı. Buralarda askerlerden ya da
sivillerden oluşan durugörü yeteneğine sahip 22 kişiyle çalışılıyordu.
Kayıp askeri-sivil helikopterleri
ya da gemileri bulmak ve olası Rusya (o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri
Birliği, SSCB) saldırısını önceden öğrenmek için birtakım çalışmalar yaptılar.
Konu üzerinde CIA ilgisini gösterdi ve 1995’te proje tam olarak CIA’e
devredildi. 1973’te benzer çalışmaların yapıldığı SCANATE
(SCANingbyCo-ordiNATE) projesi başladı ve 1975 yılında da tamamlandı.
Burada, bir kişiye, bilmediği bir
askeri bölgenin koordinatları (enlem-boylam) veriliyor ve bir yanıt
isteniyordu: “Orada neler oluyor?” Duyular dışı algısı güçlü olduğu tespit
edilen kişiler de 6. hisleri ile o bölgede ne olduğunu tanımlıyor ve çiziyordu.
Bu soğuk savaş döneminde kullanılan bir çeşit istihbarat yöntemiydi ve adı da
psişik istihbarat idi. Psişik yeteneği olanlar bazen hedefleri inanılmaz
şekilde 12’den vurdular.
SCANATE başarısı sonrası, Amerikan
Psişik İstihbaratı’nın ustası ve piri kabul edilen IngoSwann (1933-2013) ordu
ve istihbarattan psişik yeteneği olan kişileri psişik casus olarak eğitti ve
onlara “psişik sızmayı” öğretti. Bu süreç içerisinde, başka bir
araştırma konusu olan ama gene de psişik sızmayı konu edinen GRILL FLAME
projesi oluşturuldu ama o da aynı çatının altında yer aldı. Bu grupta,
Müfreze-G adı verilen psişik yetenekleri olan, asker ve sivillerden seçilmiş
özel grup, uzaktan SSCB ve diğer düşmanları görmek için IngoSwann tarafından
eğitildi.
Daha sonra Ingo, GRILL FLAME’dan
ayrılınca (1983) Binbaşı Ed Dames tarafından CENTERLINE adlı başka bir psişik
sızma ve istihbarat grubu kuruldu. 1990’da CENTERLINE tekrar STARGATE haline
getirildi. Her ikisi de Amerika Savunma İstihbarat Ajansı’na (DIA) bağlı
çalıştı. Bunun yanında, Amerika’nın can düşmanı Libya lideri Muammer Kaddafi’yi
aramak için BLUE BIRD, Manuel Noriega için de 1983 yılında LAND BROKER
projesini başlattılar. Bu projede, raporlardan anlaşıldığına göre Noriega’nın
evi psişik sızma ve istihbaratla tam olarak tarif edildi. Aynı yöntem daha
sonraları Saddam Hüseyin’in yerini aramada da kullanıldı. Konu elbette çok uzun
ve bu kitabın kapsama alanı dışında. Varmak istediğim nokta şu: Bu
araştırmalarda cinler nerede? Metafizik varlıklar nerede? Parapsikolojik bir
araştırmayı ve psişik bir çalışmayı, metafizik varlıklarla ilişkilendirmek,
üstelik araştırmacı yazarların bunu kitaplarında da kullanması yüz karası bir
yaklaşımdır. Bilgiyi çarpıtmaktır. Hayal dünyasında yaşamaktır. Kişi kendi
hayal dünyasında yaşasın evet ama bunu dillendirmek ve yazmak hatta TV
programlarında “cinlerle istihbarat” şeklinde sunmak ahmaklıktır. Günümüzde
halen konu aynı şekilde dillendirilmekte ve açıkça “Amerika istihbaratta
cinleri kullandı” denmektedir. Dileyen STARGATE web sitesine bakarak, 20 yıldan
fazla sürede Amerika’nın psişik istihbaratta ne kullandığına internetten
bakabilir.
Aliya İzzetbegoviç’ in ünlü bir sözü var tembellikle ilgili… Bunu
kitabınızda kullandığınız için bir kez de sizin gözünüzden yorumlamanızı
istiyorum…
Bu sözü mehdi beklentisinin
tembellik sonucu olduğunu vurgulamak için kullandım. Hem dünyanın hem de
ülkemizin mehdilerle başı derttedir. Bugün de ülkemizde kendisini açık veya
gizli mehdi sanan akıl hastaları bulunmaktadır. Mehdilik tarihsel olarak
rivayetlerden ve masallardan kaynaklanan bir inanç olmasına rağmen bu kişilerin
peşinden onlara inanarak gidenler de bulmaktadır. Ya da mehdilik iddiasında
olanları beğenmeyip kendi mehdilerini bekleyenler de az sayıda değildir.
Bu tür bir inancın neler
yapabileceğinin en belirgin örneklerinden birini 15 Temmuz 2016’da yaşadık. Bir
sürü eğitimli ve rütbeli kişi, kendini mehdi ya da kâinat imamı sanan birinin
peşinden hem akıllarını hem de onurlarını, yedi kuşak yerin dibine sokmayı göze
alarak gittiler. Bu bölümde “zor zamanların kurtarıcısı” olarak kabul edilen
mehdiliğin nasıl bir tarihsel süreci olduğundan uzun uzadıya bahsetmek
istemiyorum ama kısaca günümüz mehdilerinin peşinden gidenler ya da kendilerine
bir mehdi bekleyenler için söyleyeceklerim var.
Mehdi beklentisi Yahudilerde vardı.
Sonra Hıristiyanlık olarak ortaya çıktı. Aslında Yahudilerin beklenen mehdisi
İsa Peygamber olması gerekirken onu kabul etmediler. Daha sonra da
Hıristiyanlar İsa’nın göğe yükselmesi miti ardından kendi mehdilerini bekler
oldular. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra, Hıristiyan kültüründen İslam’a geçen
motiflerden biri de Hz. İsa’nın ölmediği, göğe çıkarıldığı, kıyametten önce
tekrar dünyaya gelip Şam’daki Ak Minare’den ineceği ve Hz. Muhammed’in
ümmetinin imamına müezzinlik yapacağı şeklindeki temelsiz sözlerdir. Hıristiyan
mitolojisi bu şekilde İslamlaştırılarak, Müslümanların inancı arasına
sokulmuştur ve tarihsel kaynaklarla da bu sabittir. Hz. Muhammed vahiy alınca,
Hıristiyanlar da onu kabul etmediler. Hıristiyanlıktan aldıkları birçok uyduruk
şey gibi İslam dinine mensup olanlara bir hezeyan bahşettiler: Beklenen mehdi
bir gün gelecek! Kuran’da mehdiden bahsedilmez. Rivayet ve peri masallarıyla
topluma yerleşmiş, hatta neredeyse bazı inanç sistemlerinin başına
oturtulmuştur. Oysa her insan bulunduğu zamanın sorumluluk sahibi olarak
mehdisi ya da kurtarıcısıdır. Sizi sizden başka kimse İslam dinine göre
kurtaramaz.
Mehdilik beklentisi, önce Şiilikte
yer bulmuş, daha sonra da Sünni kültürüne de yerleşmiştir. Sonrasında 15 asır
boyunca sayısız mehdi kendi kıyametleri ile gelip geçmiştir.
Bugün ülkemizdeki herhangi bir psikiyatri kliniğinde, yatan hastaların olduğu
bölüme gidin veya poliklinikte kaydedilmiş hastaların listesinden ilgili
doktorlara sorun, neredeyse her psikiyatr yılda 3-5 kez kendini “beklenen
mehdi” sanan akıl hastası görmüştür ve tedavi altına almıştır. Ben de bir
nörolog olarak uzun süre psikiyatri kliniğinde çalıştım. Kendisini Napolyon ya
da İsmet İnönü sanan, Peygamber’le bağlantı kuran, kendini mehdi sanan akıl
hastalarını gördüm. Bu tür akıl hastalıkları genelde sanrılı ve büyüklük hezeyanlı
(psikotik veya şizofrenik) akıl hastalığı olarak ağır vakalar olarak kabul
edilir.
Tıbbın ilerlemesine rağmen tedaviye
yanıt almak bazen zordur. Toplum içinde genelde bunlar karışırlar ve fark
edilmezler bile. Bazıları ise belli cemaat veya grup liderleri olarak yaşarlar.
Bazısı açıkça kendisinin mehdi olduğunu iddia eder, bazıları da bunu sadece
psikiyatrına söyler. Mehdi olduğunu kimseye söylemeyip gizleyenler de vardır.
Tasavvufta Nefse Karşı Cihat diye bir bölüm var kitabınızda… Bunu
açıklar mısınız…
İslam tasavvufundaki ve Kuran-ı
Kerim’deki nefs ile Freud-Jung bakışının bilinç eksenleri arasında bazı
benzerlikler vardır. Ek olarak, Kitabı Mukaddes’teki anlamı ile “tene” karşılık
gelen nefs (ego), aşağı benliğe (id), temel içgüdülere karşı sürekli bir
mücadeleyi içerir. İslam’daki nefs, kabahat, günah ve aşağı niteliklerin
kaynağıdır ve sufiler nefs ile mücadeleye “en büyük cihat” demişlerdir. Kuran-ı
Kerim’deki Yusuf Suresi’nde “kötülüğü emreden nefs” (Yusuf, 53) ifadesi,
sufi arınma yönteminin başlangıcını oluşturur. Kötülüğü emreden nefs ile id
arasında benzerlik dikkat çekicidir. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de “kendini
kınayan nefs/benlik” kavramından da bahsedilir. Kıyamet Suresi’nde ise
“Kendisini ısrarla kınayan benliğe de yemin ederim” ifadesi yer alır ki, bu da
aşağı yukarı insanın eylemlerini gözetleyen ve onları denetleyen bir bilince ve
süperegoya karşılık gelir.
Üniversitede hangi dersleri veriyorsunuz? Öğrencilere aşıladığınız
en önemli şey nedir?
Nörobilim ve felsefe bölümünde
derslere giriyorum. Aşılamak istediğim
en önemli şey merak ve küçük şeylerde büyük şeyleri görebilmek. Her durumda
kendi akılları ile düşünmeleri ve sınırlarda dolaşmaları, yeniliklere açık bir
zihin sahibi olmaları. Bunu uzun uzun Suç ve Beyin kitabımın son kısmında bölüm
olarak ele aldım.
Bu harika bilgiler için teşekkür ediyorum. Toplumumuzda giderek artan şiddet ve sevgisizliğe umarım kalıcı bir çare bulunur...Karşımıza her daim aklıselim kişilerin çıkmasını dilerken son sözleri Rudyard Kipling' e bırakıyorum;
"Gelişen topraklara çok şey borçluyum
Besleyen hayatlara daha çok
Ama en çok aklımın iki yönünü
Bana veren Tanrı' ya
İyi ya da kötü üzerine çok tefekkür ettim
Güneşin altındaki inançlar üzerine
Ama en çok aklıma bir yön değil
İki yön veren Tanrı üzerine
Gömleksiz ya da ayakkabısız kalabilirim
Dostsuz, tütünsüz ya da ekmeksiz
Aklımın iki yönünü
Bir anlığına bile
Kaybetmek yerine..."
Sevgiyle,
PINAR TOK